

Kabul edelim ki her ne kadar alıştık gibi görünse de kimilerimize maske takmak zor geliyor bize. Her fırsatta idarecilerin temizlik ve sosyal mesafe gibi maskeye de dikkat çekmesi üzerine artık bir zorunluluk haline gelen bu maske takımının illa ki faydasını da görüyoruz. Ancak, maske ile yaşamak zorunda kaldığımız bugünlerde elbette ki tam alışanlar gibi yakınanlarımız da var. Ancak, sağlık kuruluşlarında çalışan sağlıkçılarımızın bu fotoğrafları, sanıyorum bu yakınanlarımız için önemli bir mesaj olmalı. Sürekli maske takmak zorunda kalan sağlıkçılarımızın yüzlerinde olumsuz izler taşıyor olması bizim artık bu yakınmalarımızın ne denli gereksiz olduğunu da ortaya koyuyor. Hele de o sağlıkçılar kendi çalıştıkları sağlık kuruluşlarında sürekli tehdit halinde ve koronavirüs ile içiçeyken bu maskeleri takmak zorunda kalıyorsa, bizim iki kere oturup düşünmemiz, sonra konuşmamız gerekir diye düşünüyorum. Artık ‘Maske takmak istemiyoruz, sıkıldık’ demeyi unutmalı, o cümleyi kurmamalıyız ! Bu benim son kararımdır.
Romeo ve Jüliet’in Tortum versiyonu!
Bir dünya klasiği olan William Shakespeare’nin ünlü Romeo ve Jüliet’in oyununu sahnede hem de turne yapan İngiliz oyuncular tarafından İngilizce izleme şansına kavuşan ender kişilerden biri olma mutluluğunu yaşamanın tam da tadına varıyorum ki, bu oyunun bir de Tortum versiyonunu izleme imkanına kavuşacağım aklıma bile gelmezdi! Evet. Erzurum Büyükşehir Belediyesi Sanat Merkezi’nin oyuncuları tarafından hafta sonu hem de facebook üzerinden Romeo ve Jüliet oyunu sahneye kondu. Bu defa oyun bildiğimiz konuyu içeriyordu ama olayın geçtiği yerin Tortum olması ve bu iki kahramanın da Tortumlu olması, keyif ötesi bir şey oldu. Zaten oyunun başında Romeo ve Jüliet’in Tortumlu olduğunun söylenmesi oyuna ‘gel izle’ dedirtti. Paslanmıştık bayağı bir, seyretmesek olmadı..

Tabi böylesine bir farkındalığa imza atan da Sanat Merkezinin oyuncuları başta Cumhur Seval olmak üzere Emrah Çılgı ve Yakup Çağlayan oldu. Metin Kara’nın müzik, Evren Örs’ün de kostümü ile renk kattığı tek perdelik oyun, ben gibi izleyicilerin de bayağı bir beğenisini kazandı. Özellikle kullanılan şiveli dil ve Romeo ile Jüliet’in arasındaki aşkın farklı bir tatda anlatımı, bilhassa doğaçlama oyun türünün başarılı bir örneği olarak karşımıza çıktı. Ne yalan söyleyeyim, belki de bir tiyatro oyununa epeydir hasret kalmışız diye hemen üstüne atladığımız oyun oldu bu oyun. Ezber bozan bir konu ve oyun ile biz izleyenlere neşeli bir saat geçirten başta Sanat Merkezi Müdürü Ergün Engin olmak üzere, sanatçı arkadaşlara, yardımcı oyunculara ve tabii ki yayını sağlayan o teknik ekibe kocaman bir alkış gönderiyorum buradan. Bize ne olur, hep böyle gelin!

Ah o Hasankale, vah o Hasankale!
Birkaç yıl önce ‘’Sayaydı da keşke Hasankale yerinde sayaydı’’ dediğim için o dönemin Belediye Başkanı Ünsal Sertoğlu bana gönül koymuştu. Bir iki karşılaştığımızda ‘’Ne kötülük gördün bugün ki halinden’’ demiş, bir türlü meramımı anlamadığına kanaat getirmiştim! Hasankale, diğer adıyla Pasinler gibi sosyal bir ilçede doğmuş ve 18 yaşına kadar büyümüş biri olarak eskiye olan özlemimdi aslında söylediğim. Özellikle kaplıca turizminin zirve yaptığı dönemleri yaşayan biri olarak ben o Hasankale’nin bugün dahi hep hasretini duydum. Yoksa onca yapılan hizmete bir itiraz değildi dcediklerim. Keşkelerim biraz da bugün o dönemleri yaşayan herkesin de kabul ettiği o güzellikleri artık göremiyor olmam, onu arzuluyor olmamdı. Adım gibi eminim. Bugün hangi Hasankaleliye sorarsan sor, ‘’Ah o eski Hasankale’’ der. Bunu elbette ki herhangi bir siyasi saikle kimse düşünmez, etmez.
***
Özellikle kaplıcalarının hınca hınç dolduğu, Erzurum Horasan arası çalışan banliyö treninin Erzurum şehir merkezinden gelen çadırcılarla dolup boşandığı, festivallerin düzenlendiği, Cuma güreşlerinin yapıldığı, Yaşar Reyhani ile Murat Çobanoğlu’nu aynı sahnede seyrettiğimiz bir Hasankale idi o Hasankale. Cıvıl cıvıl bir ilçeydi. Hele o turistik kale oteli. Restoran hizmeti de veren o otel, yurt içinden gelen yerli turistler ile dolup taşardı. Yanda resmini verdiğim o otelin bahçesinde ki park eden araçların yoğunluğu sanıyorum ne demek istediğimi ortaya koyuyor. Kaldı ki bu fotoğrafın en az 40 yılı var. Bugün Pasinler Belediyesi tarafından restore edilip yeniden yakında hizmete sokulmasına çalışılan otel bile bugün o eskiye özlemimizi anlatmaya yetiyor. Bir çok devlet adamının da gelip konakladığı otelin varlığı dahi Hasankale için önemli bir argümandı.

İşte 18 yaşına giren Fırfırik’in ilk sayısı!
1 Ocak 2003 tarihiydi artık ‘efsane’ sayılan Fırfırik’in ilk yayına başladığı tarih. Önceleri haftada bir, sonraları ayda bir, bazen de bir-iki ay sonrasında basımı ve yayımı süren Fırfırik, bugün tam 18 yaşına bastı. Kuşkusuz ‘Türkiye’nin şu an için uzun soluklu tek mizah gazetesi’ olan Fırfırik tam 362 sayı okuyucularının karşısına çıktı. Erzurum’da hoşgörü kültürünün gelişmesine de katkı sağladığına inandığımız Fırfırik’in son sayısı da PUSULA Gazetesi ile dün okuyucularının huzurundaydı. Benim sahibi ve yazı işleri Müdürü olduğum derginin bugüne gelmesinde elbette ki başta Selahattin Şener ağabeyimin, Zafer Taş ve Murat Balkuş’un rolü çok. Bu kadar uzun soluklu olmasında onların espri anlamında çok ciddi katkıları oldu. Mahkeme yolu pek görmediğimiz bu geçen zaman içerisinde özellikle ilin siyasileri, bürokrat ve sivil toplum temsilcilerinin hoşgörülü yaklaşması etken oldu. Bir büyük teşekkür de onlara ediyorum. Abone edilmesinde sorun çıkmadı ama kabul etmeliyim ki dağıtımda başarılı olamadık. Bu bir itiraftır, okumak isteyip de okuyamayanlardan özür diliyorum. Çeşitli sebeplerden ötürü iki defa yayına ara vermek zorunda kalan dergimizin bugüne gelmesinde elbette sadık okuyucularımızın da ciddi samimiyeti var. Onlara da teşekkür ve kucak dolusu selamlar. Bu arada elbette soran da çok oluyor. ‘’Derginin bütün sayıları var mı?’’ diye. Yok. Maalesef yok. Düşünün, böylesine bir derginin ilk sayısı bile yok. Ama, sağolsun, bu konuda titiz olduğunu bildiğim arkadaşım İrfan Tarakçıoğlu o sayıyı buldu, getirdi. Bende dahi olmayan derginin ilk sayısını koydu önüme, jest oldu. Öztürk Akkök ağabeyle sahibi olduğu Ekspres Gazetesi’nde çıkardığımız o ilk gün aklıma geldi. Ne kadar ön hazırlık yapmıştık, gözümün önünden geçtiler.


Yeri hep Alp’lerde kalacak!
Mimar Ahmet Vefik Alp, hep tanışmak istediğim, yerinde olmak istediğim adamlardan biriydi. Hakkında çok şey bildiğimi sanıyorum, o yüzden de tanışmayı hep dört gözle beklediğim bir şahsiyetti. Özellikle İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığına adaylığını koyduğu zaman kaybetmesine çok üzülmüştüm. İstanbul’un çok şey kaybettiğini düşünmüştüm o gün ve hep de öyle kaldım. Sadece İstanbul mu, sanırım bir Türkiye kaybetmişti. Hele hele Malatya’da belediyeye bir hizmet binası çizmişti ki, Dünya 3’ncü tasarım ödülü almıştı, o binanın önünde durmuş, o çizen mimarı, Alp’i ve o projeyi ona çizdiren başkanı selamladığımı hatırlıyorum. Zaten o sıra dışı, muhteşem binaların mimarıydı ve yeri de kolay kolay doldurulamayacak biriydi. Soyadı gibi yeri hep yukarılarda, Alp’lerdeydi, sanırım öyle de kalacak. Hep az adamlardan biri olduğuna inandığım Ahmet Vefik Alp’in vefatına çok yakınım biri vefat etmiş gibi üzüldüm. Konuşmalarındaki o nezaketi ve naifliği işe bende derin iz bırakan bu büyük adamın vefatından dolayı sadece ailesinin değil, Türkiye’nin başı sağolsun diyorum. Nurlar içinde yatsın.
TUTTUĞUM BABA SÖZLER : Yolunu değiştirmeden devam ettiğin sürece ne kadar yavaş gittiğinin önemi yoktur! ( Konfüçyüs)
DUVARIN DİLİ : Beni yokluğunla savaştırma. Kaybederim!