
Merhamet ‘acımak’ değildir.
Merhamet ‘acıtmamaktır’…
Çok güzel ve çok doğru bir yaklaşım bu. Dört kutsal kitabın dördü de aslında bunu söyler.
Peki anlayan kim?
***
Sadece insanlara, sadece canlılara değil; uzak ya da yakın bütün varlıklara ‘acıtmadan’ dokunabilmektir merhamet…
Kaldırım taşlarının arasından fışkıran canım çimenlere, saksıdaki menekşeye; sokaktaki kediye, köpeğe, yuvasız serçeye; kötülüğün ne olduğunu öğrenmemiş çocuğa, içinde evrenin bütün gücünü sakladığı halde dışarıdan bakınca güçsüz gözüken kadına; Ay’a, Güneş’e, gidilebilecek bütün gezegenlere ‘incitmemek, acıtmamak önceliğiyle dokunabilmektir merhamet…
Küçümsememektir, kırmamaktır, yıkıp geçmemektir, talan etmemektir. Aksine affedici olabilmektir, doğurgan ve üretken olmaktır, kadir kıymet bilmektir, hak edene hak ettiği değeri henüz o yaşarken son dirhemine kadar verebilmektir merhamet.
Yineliyorum: İnsan kadar hayvanlara, bitkilere, eşyaya, doğaya, taşa toprağa da değer verebilmektir merhamet…
Kökü, saydığım bütün bu varlıklara, bütün bu fenomenlere, bütün bu olgulara, ihtiyaçlara değen müthiş büyük, müthiş görkemli, bereketli, ilham verici bir çınardır merhamet.
Daha doğrusu, içinde yeşerdiği her bedeni görkemli bir çınara dönüştüren milat tohumudur.
Avatar’daki o kutsal ağacı hatırlıyor musunuz?
Teşbihte hata olmuyorsa eğer, işte o ağaç gibidir merhamet…
Dilimize Arapçadan geçmiş bir sözcük olan merhametin kökü ‘r-h-m’ ünsüzlerine dayanıyor. Arapça bükümlü bir dil; rahim (rahmet eden, esirgeyen, bağışlayan), ruhamâ (esirgeyenler, bağışlayanlar) ve rahmet (acıma, bağışlama) sözcükleri de yine bu kökten türetilmiş.
Ama ne güzel bir rastlantıdır ki ‘merhem’ sözcüğünün bütün harfleri de yine merhametin içinde var.
Bir insanın içinde merhamet varsa o insanın başkalarına sunabileceği, yaralara sürebileceği merhemi de var demektir.
Kırgına moral, düşküne umut, umutsuza ışık verebilir merhametli insan.
Yaralara merhem, ruhlara esenlik sunabilir.
Ama insan…
Şüphesiz ‘iyi insan’…
İyiliklerle güzelleşen insan…
Dünyayı, yaptığı iyiliklerle güzelleştiren; bunu gaye edinen insan…
İşte o insan; acıyan değil, acıtmayandır ve canlıların acı çekmesine, varlıkların hoyratça tarumar edilmesine razı olamayan kişidir.
Kediyi köpeği tekmelemeyendir o…
Çiçeği fidanı kırmayandır…
Karıncayı incitmeyendir…
Gerçekten ‘insandır’…
Başka niteliklere, referanslara, diplomalara, ünvanlara sahip olup olmadığı önemli değil; şu ‘duyarlıca, merhametlice dokunma’ yeteneğine sahip olması yeterlidir insanın.
Gerisi zaten kendiliğinden gelir.
Bu yüzden nadirdir, özeldir; herkesin aradığı, anlattığı, kendisi sandığı kişi odur ve ne yazık ki pek az insanın olmayı başarabildiği kişi de yine odur.
***
Ve son bir şey daha:
Sanki merhamet sadece yaşlılar, çocuklar, savaş mağdurları, sokak hayvanları için lüzumluymuş gibi düşünülür.
Başka bir deyişle bizim, güçlüyken, varlıklıyken, en yükseklerdeyken ya da normal koşullarda pek ihtiyaç duymadığımız bir şey gibi gözükür merhamet.
Halbuki öyle değildir.
İşin aslı hiç öyle değildir!
En güçlüler bile merhametle kucaklanmaya ihtiyaç duyarlar.
Hem de her gün…
Ama bundan da daha acı, daha trajik olan şudur:
‘Eninde sonunda herkes -en güçlüler, en varlıklılar, en yükseklerdekiler bile- bir şekilde gücünü, iktidarını, takatini kaybeder ve yine ömrü yeten herkes bir gün merhamete ihtiyaç duyar hale gelir.’
Tıpkı herkesin ömrünün en az bir yerinde, en az bir gün ‘adalete ihtiyaç duyacağı’ gibi…
Hayatın insana çok ağır bedeller ödete ödete öğrettiği şeylerden biri de budur.
Ve bu da değiştirmeye insanın gücünün şimdiye dek yetmediği ve şimdiden sonra da hiç yetmeyeceği o en katı gerçeklerden biridir.
Merhamet ‘acıtmamaktır’…
Çok güzel ve çok doğru bir yaklaşım bu. Dört kutsal kitabın dördü de aslında bunu söyler.
Peki anlayan kim?
***
Sadece insanlara, sadece canlılara değil; uzak ya da yakın bütün varlıklara ‘acıtmadan’ dokunabilmektir merhamet…
Kaldırım taşlarının arasından fışkıran canım çimenlere, saksıdaki menekşeye; sokaktaki kediye, köpeğe, yuvasız serçeye; kötülüğün ne olduğunu öğrenmemiş çocuğa, içinde evrenin bütün gücünü sakladığı halde dışarıdan bakınca güçsüz gözüken kadına; Ay’a, Güneş’e, gidilebilecek bütün gezegenlere ‘incitmemek, acıtmamak önceliğiyle dokunabilmektir merhamet…
Küçümsememektir, kırmamaktır, yıkıp geçmemektir, talan etmemektir. Aksine affedici olabilmektir, doğurgan ve üretken olmaktır, kadir kıymet bilmektir, hak edene hak ettiği değeri henüz o yaşarken son dirhemine kadar verebilmektir merhamet.
Yineliyorum: İnsan kadar hayvanlara, bitkilere, eşyaya, doğaya, taşa toprağa da değer verebilmektir merhamet…
Kökü, saydığım bütün bu varlıklara, bütün bu fenomenlere, bütün bu olgulara, ihtiyaçlara değen müthiş büyük, müthiş görkemli, bereketli, ilham verici bir çınardır merhamet.
Daha doğrusu, içinde yeşerdiği her bedeni görkemli bir çınara dönüştüren milat tohumudur.
Avatar’daki o kutsal ağacı hatırlıyor musunuz?
Teşbihte hata olmuyorsa eğer, işte o ağaç gibidir merhamet…
Dilimize Arapçadan geçmiş bir sözcük olan merhametin kökü ‘r-h-m’ ünsüzlerine dayanıyor. Arapça bükümlü bir dil; rahim (rahmet eden, esirgeyen, bağışlayan), ruhamâ (esirgeyenler, bağışlayanlar) ve rahmet (acıma, bağışlama) sözcükleri de yine bu kökten türetilmiş.
Ama ne güzel bir rastlantıdır ki ‘merhem’ sözcüğünün bütün harfleri de yine merhametin içinde var.
Bir insanın içinde merhamet varsa o insanın başkalarına sunabileceği, yaralara sürebileceği merhemi de var demektir.
Kırgına moral, düşküne umut, umutsuza ışık verebilir merhametli insan.
Yaralara merhem, ruhlara esenlik sunabilir.
Ama insan…
Şüphesiz ‘iyi insan’…
İyiliklerle güzelleşen insan…
Dünyayı, yaptığı iyiliklerle güzelleştiren; bunu gaye edinen insan…
İşte o insan; acıyan değil, acıtmayandır ve canlıların acı çekmesine, varlıkların hoyratça tarumar edilmesine razı olamayan kişidir.
Kediyi köpeği tekmelemeyendir o…
Çiçeği fidanı kırmayandır…
Karıncayı incitmeyendir…
Gerçekten ‘insandır’…
Başka niteliklere, referanslara, diplomalara, ünvanlara sahip olup olmadığı önemli değil; şu ‘duyarlıca, merhametlice dokunma’ yeteneğine sahip olması yeterlidir insanın.
Gerisi zaten kendiliğinden gelir.
Bu yüzden nadirdir, özeldir; herkesin aradığı, anlattığı, kendisi sandığı kişi odur ve ne yazık ki pek az insanın olmayı başarabildiği kişi de yine odur.
***
Ve son bir şey daha:
Sanki merhamet sadece yaşlılar, çocuklar, savaş mağdurları, sokak hayvanları için lüzumluymuş gibi düşünülür.
Başka bir deyişle bizim, güçlüyken, varlıklıyken, en yükseklerdeyken ya da normal koşullarda pek ihtiyaç duymadığımız bir şey gibi gözükür merhamet.
Halbuki öyle değildir.
İşin aslı hiç öyle değildir!
En güçlüler bile merhametle kucaklanmaya ihtiyaç duyarlar.
Hem de her gün…
Ama bundan da daha acı, daha trajik olan şudur:
‘Eninde sonunda herkes -en güçlüler, en varlıklılar, en yükseklerdekiler bile- bir şekilde gücünü, iktidarını, takatini kaybeder ve yine ömrü yeten herkes bir gün merhamete ihtiyaç duyar hale gelir.’
Tıpkı herkesin ömrünün en az bir yerinde, en az bir gün ‘adalete ihtiyaç duyacağı’ gibi…
Hayatın insana çok ağır bedeller ödete ödete öğrettiği şeylerden biri de budur.
Ve bu da değiştirmeye insanın gücünün şimdiye dek yetmediği ve şimdiden sonra da hiç yetmeyeceği o en katı gerçeklerden biridir.