
“.. Başta Elazığ ve Malatya depreminde ölen kardeşlerimize Allahtan rahmet diliyorum. Ruhları şad olsun. Yaralılara acil şifa, mağdur ve mahzunlara ise ‘buradayız’ diyorum… Vatan, bayrak ve Nene hatunun Doğu âgûşları, Dadaşlar burada…”
Pahalandıkça efendi olanlardan at muamelesi gören insanların ucuz masal dünyası... Masalı babaanneler değil babafingolar anlatıyor…
Pahalandıkça bulunmaz olmak, pahalandıkça kendinden dahi kıymetli olmak… Bu ifadeyi anlamak sanırım çok zor… Kendinden bile kıymetli olmak… Kısa boyluları kaldırım taşlarına benzetmek yada yıldızları koparıp koparıp muska kağıdına sarmak…
Öyle ya!.. Efendi olacaklar önce efendilerini ezberler. Onlara önce güvercin ötüşü öğretilir. Güvercin ötüşlü akbabalar, çalı kuşundan zapt ettiği çalılarda öttükçe, kimi yem borusu diye irkilir, kimi cüzdan homurtusu…
Aldırma diyenler alınmasın… Dilenci olmadan fukara olanların çalınacak neyi vardır ki? Akıl küheylan, ruh sahra… Varsın uykularımız bizi rüyalarla oyalasın. Neme lazım dünyası… Neme lazım bu ışıklar, göz dediğin karanlığın kiracısı… Ucuz yaşarsan çok ucun olur, avuçlarına en mağdur pozunu yapıştırır, el sallar, yaşar gidersin…
Yaz dur!.. Kıvılcım öksüz, avaz göksüz…
Her gün bir akbaba gagasıyla irkiliyoruz… Sarhoş uyandırmakla eş, sarhoş dürtüklemeyle eş. Ayıltılacak kadar sarhoş değiliz hani!.. Bahar içip kış üflüyoruz. O ka!.. Sarhoş değilim diyen yekun bir kıta ve baş ağrısı silsilesi... Bazen minareleri kurşun kaleme benzetsem de, bazen kuyudaki Yusuf, bazen Şeyhler yokuşunda ‘bismillah’lardan irkilen yatır, bu ben değilim aslında, diyen ‘ben’ az…
Sanırım ay ışığı çalmış, Gülahmette bir gecekonduyum ben. Anlaştıklarım yol vermekten ibaret birkaç yaşlı perde…
Bu yüzden gölgeleri çok severim. Azdan çok, çoktan az… Gölgelere çok bakarım. Kıyısında üşümediğim vatan gibi, kıyısını buldukça çömdüğüm… Sanırım sedyesi benim bu gölgelerin… İnce Memet tenli gölgeler… Gölgeler!.. Suretten azat, sıkletten imtina… Çiklet çiğnemeyen gölgeler!.. Oğul gömmüş esmer bir anne avucu gibi soluk gölgeler… Ağır yüklerin dizi, esir diyarların haritası, alın çizgileri kedi tırmıklarıyla çizilmiş gölgeler...
Ne desem başka?
“He” dediğim her şey “eh” kıvamında.
Bilirim yük yorgun arar, ışık kör, bardak şarap arar. Adını beğenmeyen gönül yeni bir isim arar…
Ömür hatıra stoku gibi… Üst üste sorular, üst üste yazıklar …
Noktalama işaretlerinden daha anlamlı olmayan ne çok arkadaşım olmuş, diyende fazla, denilende... Herkeste o seziş; onlar kazaya benziyor, ben kadere…
O yüzden ben düz yazıyorum… Noktalamasız ve kıyısız… Kelimeler ipe asılı kirpi çamaşırları gibi...
Bildiklerimin özgürlüğü kıyısızlığındandır. Özgürlük derken özür dileyeceğim tek bir delikanlı ferman kalmadı zaten. Aklımın taban suyu Asya’nın gözyaşlarıdır... Her masala dev olmak değil hani. Cümlelerdeki kelimelere tazı salan, yumuşak yiyip sert öksüren tiplere de gavur demedim asla. Zaten gavur muamelesi gavurdan görülmez… Kravatlarını fistan bezinden diktiren kürdan parmaklı etçiller bunu ne anlasın...
Vesselam…
Pahalandıkça efendi olanlardan at muamelesi gören insanların ucuz masal dünyası... Masalı babaanneler değil babafingolar anlatıyor…
Pahalandıkça bulunmaz olmak, pahalandıkça kendinden dahi kıymetli olmak… Bu ifadeyi anlamak sanırım çok zor… Kendinden bile kıymetli olmak… Kısa boyluları kaldırım taşlarına benzetmek yada yıldızları koparıp koparıp muska kağıdına sarmak…
Öyle ya!.. Efendi olacaklar önce efendilerini ezberler. Onlara önce güvercin ötüşü öğretilir. Güvercin ötüşlü akbabalar, çalı kuşundan zapt ettiği çalılarda öttükçe, kimi yem borusu diye irkilir, kimi cüzdan homurtusu…
Aldırma diyenler alınmasın… Dilenci olmadan fukara olanların çalınacak neyi vardır ki? Akıl küheylan, ruh sahra… Varsın uykularımız bizi rüyalarla oyalasın. Neme lazım dünyası… Neme lazım bu ışıklar, göz dediğin karanlığın kiracısı… Ucuz yaşarsan çok ucun olur, avuçlarına en mağdur pozunu yapıştırır, el sallar, yaşar gidersin…
Yaz dur!.. Kıvılcım öksüz, avaz göksüz…
Her gün bir akbaba gagasıyla irkiliyoruz… Sarhoş uyandırmakla eş, sarhoş dürtüklemeyle eş. Ayıltılacak kadar sarhoş değiliz hani!.. Bahar içip kış üflüyoruz. O ka!.. Sarhoş değilim diyen yekun bir kıta ve baş ağrısı silsilesi... Bazen minareleri kurşun kaleme benzetsem de, bazen kuyudaki Yusuf, bazen Şeyhler yokuşunda ‘bismillah’lardan irkilen yatır, bu ben değilim aslında, diyen ‘ben’ az…
Sanırım ay ışığı çalmış, Gülahmette bir gecekonduyum ben. Anlaştıklarım yol vermekten ibaret birkaç yaşlı perde…
Bu yüzden gölgeleri çok severim. Azdan çok, çoktan az… Gölgelere çok bakarım. Kıyısında üşümediğim vatan gibi, kıyısını buldukça çömdüğüm… Sanırım sedyesi benim bu gölgelerin… İnce Memet tenli gölgeler… Gölgeler!.. Suretten azat, sıkletten imtina… Çiklet çiğnemeyen gölgeler!.. Oğul gömmüş esmer bir anne avucu gibi soluk gölgeler… Ağır yüklerin dizi, esir diyarların haritası, alın çizgileri kedi tırmıklarıyla çizilmiş gölgeler...
Ne desem başka?
“He” dediğim her şey “eh” kıvamında.
Bilirim yük yorgun arar, ışık kör, bardak şarap arar. Adını beğenmeyen gönül yeni bir isim arar…
Ömür hatıra stoku gibi… Üst üste sorular, üst üste yazıklar …
Noktalama işaretlerinden daha anlamlı olmayan ne çok arkadaşım olmuş, diyende fazla, denilende... Herkeste o seziş; onlar kazaya benziyor, ben kadere…
O yüzden ben düz yazıyorum… Noktalamasız ve kıyısız… Kelimeler ipe asılı kirpi çamaşırları gibi...
Bildiklerimin özgürlüğü kıyısızlığındandır. Özgürlük derken özür dileyeceğim tek bir delikanlı ferman kalmadı zaten. Aklımın taban suyu Asya’nın gözyaşlarıdır... Her masala dev olmak değil hani. Cümlelerdeki kelimelere tazı salan, yumuşak yiyip sert öksüren tiplere de gavur demedim asla. Zaten gavur muamelesi gavurdan görülmez… Kravatlarını fistan bezinden diktiren kürdan parmaklı etçiller bunu ne anlasın...
Vesselam…