
Chomsky, insan dilinin türe özgü özellik taşıdığını, insanın doğuştan getirmiş olduğu biyolojik yeteneklerin bir dili kullanmayı kolaylaştırdığını, insanın kartallar gibi uçamamasının ya da kartalın beş yaşındaki bir çocuk gibi konuşamamasının nedeninin çevre olmadığını, insanın biyolojik yapısının bunda etkili olduğunu dile getirmesinden sonra insanın dile karşı bakış açısında farklılıklar oluşmuş, konuşma ve dinleme becerimizin fıtri bir sistem üzerine geliştiği fikri yayılmaya başlamıştır.
İnsanlardaki aynı biyolojik yapının bireyde okuma yazma eylemi için devreye girmediği, bu becerilerin devreye girmesi için özel bir çabanın harcanması gerekliliği görülmektedir. Kırsal kesimde yaşayan ve hayatında hiç okula gitmeyen bir birey, çok üst seviyede olmasa bile konuşma ve dinleme becerisini geliştirirken okuma ve özellikle yazma becerisini geliştirmek için çok ciddi ve sistematik bir eğitime ihtiyaç duymaktadır. Bu durumda bir kişinin dinlemeyi ve konuşmayı öğrenebilmesi için bir toplum içinde bulunması yeterli iken, okuma ve yazma becerisini geliştirmesi için bu durum yeterli olmamaktadır. İnsanların nesillerine biyolojik olarak bu becerileri aktarmada özel bir yükümlülükleri bulunmamaktadır. Bu beceriler kendiliğinden gelişen bir durumdur.
Bireyin zihinsel çaba ürünlerini soyundan gelenlere biyolojik olarak aktarma şansı olmadığı için akademik olarak en üst seviyede olan birisi öldüğünde, bilgi ve becerileri kendisi ile birlikte yok olmaktadır. Bu durumda her çocuk doğduğunda toplumların eğitime verdiği önem oranında kendisini eğitim öğretim ortamlarında bulmakta ve hayat boyu bu öğrenme sorumluluğunu almaya başlamaktadır.
İnsanoğlunun genetik olarak nesline aktaramadıklarını eğitimle aktarmaya çalıştığı ögeler gittikçe daha büyük bir önem arz etmekte, genetiğin vermediklerini zorla almaya çalışan toplumlar bunu yapmayanlara oranla gelişimlerini daha hızlı sürdürmektedirler. Bu durumda okuma bir veya birkaç kez yapılan bir eylem olmaktan çıkarak sürekliliği olan, her daim uygulanması gereken, uygulamayanların diğer bireylerden mutlak şekilde geri kalacağı gidişata dönüşmektedir. Bir yanda insanın ürettiği bilginin hızlı bir şekilde artması, öbür tarafta ise toplumların ürettiklerinin kaybolmasının önüne geçmek için onu kayıt altına alması, aynı zamanda kayıt altına aldıklarını da genç nesillere aktarma çabası sürekliliğini kaçınılmaz hâle getirmektedir.
Globalleşen dünyada bilginin sanal ortam vasıtasıyla bir merkezde toplanması ve bunların ele geçirilebilirliğinin artması yeni nesiller üzerinde baskıyı artırmış ve toplumlar, gençlerini gelişen teknolojinin desteği ile birçok bilgiye ulaşmaya ve bunu hayat boyu sürdürmeye mahkûm etmişlerdir. Bu da okumayı, üretmeyi, bilgileri almada seçici olmayı mecburi hâle getirmiştir.
İnsanlar artan bilgileri hızlı şekilde genç nesillere aktarmak için model, strateji, yöntem ve teknikler geliştirerek aktarımda başarılı olmanın imkânlarını araştırmıştır.
Okuma ve yazma becerisi insanda sonradan geliştiği için bunların sistematiğe dökülmesi ve genç nesillere aktarılması gerekmektedir. Eylemleri içgüdüsel bir davranıştan çıkarak bilinçli bir anlayışa dönüştüremediğimiz ortamda eğitim bir ayine, okullar da ayinin yapıldığı bir mabede dönüşmekte, bu şartlarda çocuklar okullarda rutin eylemleri taklidi bir davranışla yapar duruma gelmektedirler. Bu sistemde dinleme ve konuşma gibi insanın doğasında olan beceriler ile, okuma ve yazma gibi özel çaba harcanan beceriler arasında hiçbir fark olmamakta, daha da kötüsü okuma ve yazma kültürü, içgüdüsel bir davranışın devamı gibi bir algıya dönüşerek sıradanlaşmaktadır. Bu durum okuryazarlığın çöküşünü hazırlamakta, okumak ve yazmak tekrar edilen bir rutine dönüşünce toplumda okuryazar oranı yüzde yüzlere ulaşmış olmasına rağmen o toplumun medeniyet oluşturma şansı kaybolmaktadır. Eskiden insanların okumaz yazmaz olduğu durum ile şu anda harfleri seslendirme seviyesinde okuryazar olan kesim arasında hiçbir fark kalmamaktadır. Dün şikâyet ettiğimiz oran ile bugün övündüğümüz oran bizlerin toplumsal yanılgılara düşmemize neden olmaktadır.
İnsanlardaki aynı biyolojik yapının bireyde okuma yazma eylemi için devreye girmediği, bu becerilerin devreye girmesi için özel bir çabanın harcanması gerekliliği görülmektedir. Kırsal kesimde yaşayan ve hayatında hiç okula gitmeyen bir birey, çok üst seviyede olmasa bile konuşma ve dinleme becerisini geliştirirken okuma ve özellikle yazma becerisini geliştirmek için çok ciddi ve sistematik bir eğitime ihtiyaç duymaktadır. Bu durumda bir kişinin dinlemeyi ve konuşmayı öğrenebilmesi için bir toplum içinde bulunması yeterli iken, okuma ve yazma becerisini geliştirmesi için bu durum yeterli olmamaktadır. İnsanların nesillerine biyolojik olarak bu becerileri aktarmada özel bir yükümlülükleri bulunmamaktadır. Bu beceriler kendiliğinden gelişen bir durumdur.
Bireyin zihinsel çaba ürünlerini soyundan gelenlere biyolojik olarak aktarma şansı olmadığı için akademik olarak en üst seviyede olan birisi öldüğünde, bilgi ve becerileri kendisi ile birlikte yok olmaktadır. Bu durumda her çocuk doğduğunda toplumların eğitime verdiği önem oranında kendisini eğitim öğretim ortamlarında bulmakta ve hayat boyu bu öğrenme sorumluluğunu almaya başlamaktadır.
İnsanoğlunun genetik olarak nesline aktaramadıklarını eğitimle aktarmaya çalıştığı ögeler gittikçe daha büyük bir önem arz etmekte, genetiğin vermediklerini zorla almaya çalışan toplumlar bunu yapmayanlara oranla gelişimlerini daha hızlı sürdürmektedirler. Bu durumda okuma bir veya birkaç kez yapılan bir eylem olmaktan çıkarak sürekliliği olan, her daim uygulanması gereken, uygulamayanların diğer bireylerden mutlak şekilde geri kalacağı gidişata dönüşmektedir. Bir yanda insanın ürettiği bilginin hızlı bir şekilde artması, öbür tarafta ise toplumların ürettiklerinin kaybolmasının önüne geçmek için onu kayıt altına alması, aynı zamanda kayıt altına aldıklarını da genç nesillere aktarma çabası sürekliliğini kaçınılmaz hâle getirmektedir.
Globalleşen dünyada bilginin sanal ortam vasıtasıyla bir merkezde toplanması ve bunların ele geçirilebilirliğinin artması yeni nesiller üzerinde baskıyı artırmış ve toplumlar, gençlerini gelişen teknolojinin desteği ile birçok bilgiye ulaşmaya ve bunu hayat boyu sürdürmeye mahkûm etmişlerdir. Bu da okumayı, üretmeyi, bilgileri almada seçici olmayı mecburi hâle getirmiştir.
İnsanlar artan bilgileri hızlı şekilde genç nesillere aktarmak için model, strateji, yöntem ve teknikler geliştirerek aktarımda başarılı olmanın imkânlarını araştırmıştır.
Okuma ve yazma becerisi insanda sonradan geliştiği için bunların sistematiğe dökülmesi ve genç nesillere aktarılması gerekmektedir. Eylemleri içgüdüsel bir davranıştan çıkarak bilinçli bir anlayışa dönüştüremediğimiz ortamda eğitim bir ayine, okullar da ayinin yapıldığı bir mabede dönüşmekte, bu şartlarda çocuklar okullarda rutin eylemleri taklidi bir davranışla yapar duruma gelmektedirler. Bu sistemde dinleme ve konuşma gibi insanın doğasında olan beceriler ile, okuma ve yazma gibi özel çaba harcanan beceriler arasında hiçbir fark olmamakta, daha da kötüsü okuma ve yazma kültürü, içgüdüsel bir davranışın devamı gibi bir algıya dönüşerek sıradanlaşmaktadır. Bu durum okuryazarlığın çöküşünü hazırlamakta, okumak ve yazmak tekrar edilen bir rutine dönüşünce toplumda okuryazar oranı yüzde yüzlere ulaşmış olmasına rağmen o toplumun medeniyet oluşturma şansı kaybolmaktadır. Eskiden insanların okumaz yazmaz olduğu durum ile şu anda harfleri seslendirme seviyesinde okuryazar olan kesim arasında hiçbir fark kalmamaktadır. Dün şikâyet ettiğimiz oran ile bugün övündüğümüz oran bizlerin toplumsal yanılgılara düşmemize neden olmaktadır.