
İslâm dini bütün aşırılıkları, yani olması gerekenin ötesine geçmeyi, bir sapma olarak kabul etmiştir. İslâmî çerçevede “ifrat” ve “tefrit” olarak nitelendirilen aşırı uçlar, bir bakıma Allah’ın koyduğu sınırları zorlayan noktalardır. İfrat, gereğinden fazla (aşırı) olma; tefrit ise yetersizlik ve ihmalkârlık anlamına gelmektedir. Bunların ortası, yani duygu, düşünce, ahlâk ve davranışlarda dengeli olmak ise “itidal” olarak adlandırılır. İtidal, sırât-ı müstakîm, yani bütün aşırılık ve gevşekliklerden uzak olan doğru ve dengeli bir yol ve yöntemdir.
Kâinat son derece hassas bir denge üzerine kurulmuştur. Bu dengeden ufacık bir sapma bile evrende korkunç felâketlere yol açabilmektedir. Küçük kâinat diye nitelenen insan da aynı şekilde hassas bir dengeyle yaratılmıştır. Bu dengede görülecek sapmalar, zamanla insanı aşırılıklara götüreceği için insanın ruh ve beden bütünlüğünde, madde ve mânâ algısında, dünya ve âhiret telakkisinde birtakım düzensizliklere yol açacaktır. Ancak bunlar arasında kurulacak denge, iki tarafa da aynı değeri vermekle değil, hepsine hak ettiği önemi vermekle mümkündür.
Günümüzde bireysel ve toplumsal sıkıntıların kaynağında, hayatın sırrı olan bu dengenin alt üst edilmiş olmasının yattığı inkâr edilemez. Ruh-beden bütünlüğü bozulduğu için hayatı anlamlandıramayan ve ruhsal bunalımlar içinde savrulan bireyden; maddî açıdan geliştiği hâlde mânevî dünyası alabildiğine fakir kalmış, kendi çıkarları ve egemenlikleri için hiçbir değer tanımayan dünya güçlerine kadar birçok olumsuz fotoğrafı içinde barındıran yaşlı dünyamızın içine düştüğü durum, bunun en açık göstergesidir.
Kur’ân-ı Kerîm’de her fırsatta aşırılıktan kaçınmayı ve itidali elden bırakmamayı tavsiye eden (Hud,112) Yüce Rabbimiz, İslâm toplumunu,“vasat bir ümmet” (Bakara,143) olarak nitelemiş, Hz. Peygamber de bunu, “mutedil (bir ümmet)” yani adalet sahibi, her şeyi yerli yerine koyan, yerli yerince yapan, her şeye hakkını veren, aşırılıklardan (ifrat ve tefritten) uzak duran, orta yolu takip eden, dengeli bir toplum olarak tefsir etmiştir. İtidali elden bırakıp Cenâb-ı Hakk’ın koymuş olduğu sınırları aşanlar ise Allah’ın gazabına uğrayacakları ifade edilmiştir. (Bakara,61) Efendimiz (sav) Ey insanlar! Dinde aşırılıktan sakının. çünkü sizden öncekileri ancak dinde aşırılık helâk etti.” uyarısında bulunmuştur. (İbni Mace,Menasık,63)
Bu kapsamda Selmân el-Fârisî ile Ebu’d-Derdâ hadisesi bizlere yol gösterici olması açısından önemlidir. Bir gün Selmân, kardeşi Ebu’d-Derdâ’yı ziyarete gitti ve dostunun hanımını bakımsız elbiseler içinde görünce çok şaşırarak, “Bu ne hâl?” diye sordu. Ümmü’d-Derdâ, kocasının kendisi ile ilgilenmediğini ima ederek, “Kardeşin Ebu’d-Derdâ’nın dünyaya (ve bir eşe) ihtiyacı kalmadı ki!” karşılığını verdi. Biraz sonra Ebud-Derdâ gelerek Selmân’a yemek ikram etti. Selmân onun da kendisiyle birlikte yemesini isteyince Ebu’d-Derdâ, “Ben oruçluyum.” dedi. Ancak Selmân, “Sen yiyene kadar ben yemeyeceğim!” deyince Ebu’d-Derdâ, nafile olan orucunu bozarak yemeğe katıldı. Selmân, o gece Ebu’d-Derdâ’nın misafiri oldu. Ebu’d-Derdâ gecenin bir yarısında erkenden namaza kalkmıştı. Bu durumu fark eden Selmân, yatıp uyumasını istedi. Bir süre sonra tekrar namaza kalkan Ebu’d-Derdâ’yı Selmân yine uyuması konusunda ikaz etti. Gecenin sonuna doğru Selmân, Ebu’d-Derdâ’yı, “(Haydi), şimdi kalk.” diyerek uyandırdı ve ikisi birlikte namaz kıldılar. Namaz sonrasında Selmân, Ebu’d-Derdâ’yı karşısına alarak kardeşlik hakkından doğan şu samimi uyarıda bulundu: “Rabbinin senin üzerinde hakkı var. Nefsinin senin üzerinde hakkı var. Ailenin senin üzerinde hakkı var. Şu hâlde her hak sahibine hakkını ver!” Bu olaydan sonra Ebu’d-Derdâ Peygamber Efendimize gelerek hâdiseyi anlattı. Hz.Peygamber (sav), “Selmân doğru söylemiş.” buyurarak Selmân’ın kardeşine olan uyarılarını takdir etti.
Kâinat son derece hassas bir denge üzerine kurulmuştur. Bu dengeden ufacık bir sapma bile evrende korkunç felâketlere yol açabilmektedir. Küçük kâinat diye nitelenen insan da aynı şekilde hassas bir dengeyle yaratılmıştır. Bu dengede görülecek sapmalar, zamanla insanı aşırılıklara götüreceği için insanın ruh ve beden bütünlüğünde, madde ve mânâ algısında, dünya ve âhiret telakkisinde birtakım düzensizliklere yol açacaktır. Ancak bunlar arasında kurulacak denge, iki tarafa da aynı değeri vermekle değil, hepsine hak ettiği önemi vermekle mümkündür.
Günümüzde bireysel ve toplumsal sıkıntıların kaynağında, hayatın sırrı olan bu dengenin alt üst edilmiş olmasının yattığı inkâr edilemez. Ruh-beden bütünlüğü bozulduğu için hayatı anlamlandıramayan ve ruhsal bunalımlar içinde savrulan bireyden; maddî açıdan geliştiği hâlde mânevî dünyası alabildiğine fakir kalmış, kendi çıkarları ve egemenlikleri için hiçbir değer tanımayan dünya güçlerine kadar birçok olumsuz fotoğrafı içinde barındıran yaşlı dünyamızın içine düştüğü durum, bunun en açık göstergesidir.
Kur’ân-ı Kerîm’de her fırsatta aşırılıktan kaçınmayı ve itidali elden bırakmamayı tavsiye eden (Hud,112) Yüce Rabbimiz, İslâm toplumunu,“vasat bir ümmet” (Bakara,143) olarak nitelemiş, Hz. Peygamber de bunu, “mutedil (bir ümmet)” yani adalet sahibi, her şeyi yerli yerine koyan, yerli yerince yapan, her şeye hakkını veren, aşırılıklardan (ifrat ve tefritten) uzak duran, orta yolu takip eden, dengeli bir toplum olarak tefsir etmiştir. İtidali elden bırakıp Cenâb-ı Hakk’ın koymuş olduğu sınırları aşanlar ise Allah’ın gazabına uğrayacakları ifade edilmiştir. (Bakara,61) Efendimiz (sav) Ey insanlar! Dinde aşırılıktan sakının. çünkü sizden öncekileri ancak dinde aşırılık helâk etti.” uyarısında bulunmuştur. (İbni Mace,Menasık,63)
Bu kapsamda Selmân el-Fârisî ile Ebu’d-Derdâ hadisesi bizlere yol gösterici olması açısından önemlidir. Bir gün Selmân, kardeşi Ebu’d-Derdâ’yı ziyarete gitti ve dostunun hanımını bakımsız elbiseler içinde görünce çok şaşırarak, “Bu ne hâl?” diye sordu. Ümmü’d-Derdâ, kocasının kendisi ile ilgilenmediğini ima ederek, “Kardeşin Ebu’d-Derdâ’nın dünyaya (ve bir eşe) ihtiyacı kalmadı ki!” karşılığını verdi. Biraz sonra Ebud-Derdâ gelerek Selmân’a yemek ikram etti. Selmân onun da kendisiyle birlikte yemesini isteyince Ebu’d-Derdâ, “Ben oruçluyum.” dedi. Ancak Selmân, “Sen yiyene kadar ben yemeyeceğim!” deyince Ebu’d-Derdâ, nafile olan orucunu bozarak yemeğe katıldı. Selmân, o gece Ebu’d-Derdâ’nın misafiri oldu. Ebu’d-Derdâ gecenin bir yarısında erkenden namaza kalkmıştı. Bu durumu fark eden Selmân, yatıp uyumasını istedi. Bir süre sonra tekrar namaza kalkan Ebu’d-Derdâ’yı Selmân yine uyuması konusunda ikaz etti. Gecenin sonuna doğru Selmân, Ebu’d-Derdâ’yı, “(Haydi), şimdi kalk.” diyerek uyandırdı ve ikisi birlikte namaz kıldılar. Namaz sonrasında Selmân, Ebu’d-Derdâ’yı karşısına alarak kardeşlik hakkından doğan şu samimi uyarıda bulundu: “Rabbinin senin üzerinde hakkı var. Nefsinin senin üzerinde hakkı var. Ailenin senin üzerinde hakkı var. Şu hâlde her hak sahibine hakkını ver!” Bu olaydan sonra Ebu’d-Derdâ Peygamber Efendimize gelerek hâdiseyi anlattı. Hz.Peygamber (sav), “Selmân doğru söylemiş.” buyurarak Selmân’ın kardeşine olan uyarılarını takdir etti.