
Brezilyalı yazar Paulo Coelho’yu bilirsiniz.
İşte ondan, 73 yaşındaki o evrensel değerden, kısa ama çok büyük bir yazı:
“Çocuk, büyükbabasının mektup yazışını izliyordu...
Sonra çenesini masanın kenarına dayadı ve sordu:
-Bizim başımızdan geçen bir olayı mı yazıyorsun? Benimle mi ilgili yazdığın şey?
Büyükbaba yazmayı kesti, gülümsedi ve torununa şöyle dedi:
-Doğru, senin hakkında yazıyorum; ama kullandığım şu kurşun kalemi görüyor musun? İşte o yazdığım bütün kelimelerden çok daha önemli. Umarım büyüdüğünde bu kalemi sen de seversin.
Çocuk kaleme merakla baktı ama özel bir şey göremedi.
-İyi ama bu kalem gördüğüm diğer kalemlerden hiç farklı değil ki !
-Bu tamamen nesnelere nasıl baktığınla ilgili. Bu kalemin beş önemli
özelliği var ve sen de bu özellikleri kendinde oluşturabilirsen yaşadığın sürece dünyayla barışık bir insan olursun.
dedi yaşlı adam ve devam etti:
Kurşun kalemin birinci özelliği: Onunla harika şeyler yapabilirsin ama attığın adımları yönlendiren bir el olduğunu asla unutma. Bizim için bu el Tanrı'dır ve her zaman kendi kudretiyle bizi o yönlendirir….
İkinci özellik: Zaman zaman her ne yazıyorsam durmam ve kalemimin ucunu açmam gerekir. Bu kaleme biraz acı çektirse de sonuçta daha sivri ve daha da işe yarar olmasını sağlar. Bu yüzden bazı acılara göğüs germeyi öğrenmelisin. O acılar seni daha iyi bir insan yapar.
Üçüncü özellik: Kurşun kalem, yanlış bir şey yazdığında bunu bir silgiyle silmene her zaman olanak tanır. Yaptığımız bir şeyi sonradan düzeltmenin kötü bir şey olmadığını anlamalısın. Aksine öyle yapmak, bizi adaletin yolunda ilerletmeye yarayan en önemli şeylerden biridir.
Dördüncü özellik: Kurşun kalemin en önemli kısmı, kalemin yapıldığı ahşap ya da dışarıya yansıyan şekli değil, içerisinde yer alan kurşunudur. O yüzden her zaman kendi içine bakmalı, en çok onu korumalısın. Sen dışarıdan görünenden çok içinde sakladığın şeysin.
Kurşun kalemin beşinci ve son özelliği ise onun her zaman bir iz bırakmasıdır. Aynı şekilde sen de hayatta yaptığın her şeyin -iyi veya kötü- bir iz bırakacağını bilmeli ve her hareketinin farkında olmalısın.
Yaşadığın hayattan sen sorumlusun.
Tanrı ya da bir başkası değil. Başkalarını ya da kaderini suçlamadan önce bunu hatırla…”
***
İnsanız ya herhalde bundan; insanca, insancıl, insana yaraşır şeylerden hoşlanırız.
En katı yürekli olanımız da aslında böyledir.
En acımasız olanımız da içten içe, gizliden gizliye böyle…
En çok hırpalanmış, insanlardan en fazla zarar görmüş ve yüreği en kötü biçimde soğumuş olanımız da…
Hepimiz… Kolayca dile getiremesek de insancıl yaklaşımları beğeniriz, ararız, karşılaştığımızda hoşnut oluruz.
Mesela bizi can kulağıyla dinleyen birini…
Onu severiz…
Mesela işini gücünü bırakıp bizim derdimize çare arayan birini…
Hep minnetle anımsarız…
Mesela -esas hüner budur ki- biz istemeden el uzatan biri…
O, nasıl da hoşumuza gider, değil mi?
‘Bunlardan zerre kadar anlamayan taş kalpliler var!’ demeyin. Onların bile her şeyin farkına vardığı kritik bir an, olağan dışı bir yer, bir dönüm noktası var!
İnanın var!
En katıların…
En anlayışsızların…
En merhametsizlerin…
İmana geldiği bir an, bir yer…
Paulo’nun betimlediği o kalemi ve çıkardığımız dersleri düşünsenize:
Çektiğimiz acılar bizi sivriltiyor, güçlendiriyor…
Hatamızı kabul edip onu düzeltmek, bizi saygınlaştırıyor…
İç dünyamızı bilmek, kendimizi tanımak, etkinliğimizi artırıyor…
Bırakacağımız izin nasıl olacağına karar vermek ise kaderimizi biçimlendiriyor. Cüz’i irade denen şey biraz da bu…
Ve bizi tutan bir el daima var.
Esirgeyen ve bağışlayan, yaratan ve şefkat gösteren; O, bizim ne yaptığımızı daima biliyor ve her yardım dileyişimizde bizi mutlaka duyuyor…
Yaratılmışlar için ne büyük bahtiyarlık.
Özellikle de şimdiki gibi ‘kara günlerde’…
İşte ondan, 73 yaşındaki o evrensel değerden, kısa ama çok büyük bir yazı:
“Çocuk, büyükbabasının mektup yazışını izliyordu...
Sonra çenesini masanın kenarına dayadı ve sordu:
-Bizim başımızdan geçen bir olayı mı yazıyorsun? Benimle mi ilgili yazdığın şey?
Büyükbaba yazmayı kesti, gülümsedi ve torununa şöyle dedi:
-Doğru, senin hakkında yazıyorum; ama kullandığım şu kurşun kalemi görüyor musun? İşte o yazdığım bütün kelimelerden çok daha önemli. Umarım büyüdüğünde bu kalemi sen de seversin.
Çocuk kaleme merakla baktı ama özel bir şey göremedi.
-İyi ama bu kalem gördüğüm diğer kalemlerden hiç farklı değil ki !
-Bu tamamen nesnelere nasıl baktığınla ilgili. Bu kalemin beş önemli
özelliği var ve sen de bu özellikleri kendinde oluşturabilirsen yaşadığın sürece dünyayla barışık bir insan olursun.
dedi yaşlı adam ve devam etti:
Kurşun kalemin birinci özelliği: Onunla harika şeyler yapabilirsin ama attığın adımları yönlendiren bir el olduğunu asla unutma. Bizim için bu el Tanrı'dır ve her zaman kendi kudretiyle bizi o yönlendirir….
İkinci özellik: Zaman zaman her ne yazıyorsam durmam ve kalemimin ucunu açmam gerekir. Bu kaleme biraz acı çektirse de sonuçta daha sivri ve daha da işe yarar olmasını sağlar. Bu yüzden bazı acılara göğüs germeyi öğrenmelisin. O acılar seni daha iyi bir insan yapar.
Üçüncü özellik: Kurşun kalem, yanlış bir şey yazdığında bunu bir silgiyle silmene her zaman olanak tanır. Yaptığımız bir şeyi sonradan düzeltmenin kötü bir şey olmadığını anlamalısın. Aksine öyle yapmak, bizi adaletin yolunda ilerletmeye yarayan en önemli şeylerden biridir.
Dördüncü özellik: Kurşun kalemin en önemli kısmı, kalemin yapıldığı ahşap ya da dışarıya yansıyan şekli değil, içerisinde yer alan kurşunudur. O yüzden her zaman kendi içine bakmalı, en çok onu korumalısın. Sen dışarıdan görünenden çok içinde sakladığın şeysin.
Kurşun kalemin beşinci ve son özelliği ise onun her zaman bir iz bırakmasıdır. Aynı şekilde sen de hayatta yaptığın her şeyin -iyi veya kötü- bir iz bırakacağını bilmeli ve her hareketinin farkında olmalısın.
Yaşadığın hayattan sen sorumlusun.
Tanrı ya da bir başkası değil. Başkalarını ya da kaderini suçlamadan önce bunu hatırla…”
***
İnsanız ya herhalde bundan; insanca, insancıl, insana yaraşır şeylerden hoşlanırız.
En katı yürekli olanımız da aslında böyledir.
En acımasız olanımız da içten içe, gizliden gizliye böyle…
En çok hırpalanmış, insanlardan en fazla zarar görmüş ve yüreği en kötü biçimde soğumuş olanımız da…
Hepimiz… Kolayca dile getiremesek de insancıl yaklaşımları beğeniriz, ararız, karşılaştığımızda hoşnut oluruz.
Mesela bizi can kulağıyla dinleyen birini…
Onu severiz…
Mesela işini gücünü bırakıp bizim derdimize çare arayan birini…
Hep minnetle anımsarız…
Mesela -esas hüner budur ki- biz istemeden el uzatan biri…
O, nasıl da hoşumuza gider, değil mi?
‘Bunlardan zerre kadar anlamayan taş kalpliler var!’ demeyin. Onların bile her şeyin farkına vardığı kritik bir an, olağan dışı bir yer, bir dönüm noktası var!
İnanın var!
En katıların…
En anlayışsızların…
En merhametsizlerin…
İmana geldiği bir an, bir yer…
Paulo’nun betimlediği o kalemi ve çıkardığımız dersleri düşünsenize:
Çektiğimiz acılar bizi sivriltiyor, güçlendiriyor…
Hatamızı kabul edip onu düzeltmek, bizi saygınlaştırıyor…
İç dünyamızı bilmek, kendimizi tanımak, etkinliğimizi artırıyor…
Bırakacağımız izin nasıl olacağına karar vermek ise kaderimizi biçimlendiriyor. Cüz’i irade denen şey biraz da bu…
Ve bizi tutan bir el daima var.
Esirgeyen ve bağışlayan, yaratan ve şefkat gösteren; O, bizim ne yaptığımızı daima biliyor ve her yardım dileyişimizde bizi mutlaka duyuyor…
Yaratılmışlar için ne büyük bahtiyarlık.
Özellikle de şimdiki gibi ‘kara günlerde’…