
‘Bazı insanlar; sahip olmadıkları kalitenin, ait olmadıkları kişiliğin ve yaşayamadıkları mutluluğun reklamını iyi yaparlar’ diyor T.S. Eliot (1888-1965)…
Madem insanlar kendilerine ait olmayan ya da bizzat kendilerinin mensup olmadıkları şeylerin reklamını iyi yapıyorlarmış o halde ben de çok beğendiğim -ve galiba çok da etkilendiğim- iki şairin reklamını göğsümü gere gere yapabilirim.
Yukarıdaki harika sözü söylemiş ve çığır açmış şiirler yazmış ‘Dünya Uygarlığına’ ait gerçek bir şairin ve adını yazımın sonuna saklayacağım bir başka avangart şairin reklamını…
***
İlki:
Adının bir yakası T.S…
Thomas Stearns…
ABD Dışişleri Bakanlığı Tanıtım Departmanı’nın yayımladığı ‘Ana Hatlar’ serisinden ‘Amerikan Edebiyatının Ana Hatları’ başlıklı yayında tarif edildiği haliyle Eliot, ‘ABD doğumlu İngiliz şair, oyun yazarı ve edebiyat eleştirmeni. Ekspresyonist. Onun The Love Song of J. Alfred Prufrock, The Waste Land ve Four Quartets adlı şiirleri 20. Yüzyıl modernist şiirinin en başarılı örneklerinden sayılır.’
Adının öbür yakası Eliot…
Ekşi Sözlük’ten Eowyn’e göre ‘Şair, oyun yazarı, edebiyat eleştirmeni Eliot; 1. ve 2. Dünya Savaşları arasındaki dönemde çağdaş şiiri ve 20. Yüzyıl kültürünü yerle bir eden mistik bir edebiyatçıdır’…
Eliot, Ezra Pound’dan, simgeci Fransız şairlerinden ve Dante’den büyük ölçüde etkilenmiş; Harvard'da Hint felsefesi okumuş ve felsefe konusunda tez oluşturmuş; bunların hepsini şiirlerine kabuk ve çekirdek etmiştir.
Thomas Stearns Eliot…
1948 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi...
Bu ödülle yaşadığı çağda edebiyat sanatının doruğuna yükselen Eliot’ın şiiri, neredeyse bütün eleştirmenlerin ortak görüşü olarak modern şiirin başlangıcıyla ilişkilendirilen, bununla birlikte anlaşılması oldukça güç bir şiirdir.
O’nun Çorak Ülke adını verdiği 1922'de yayınlanan beş bölümlük şiiri, şairin en ünlü şiiri olmasına rağmen başyapıtı kabul edilmez. Eleştirmenlere göre -ki ben aynı fikirde değilim- Eliot’ın başyapıtı Four Quarters (Dört Çeyrek) adlı kitabıdır.
Benim başyapıt saydığım Çorak Ülke ise eleştirmenlere göre, ‘batının büyük şehirlerinde yaşayan modern insanların parçalanmış ve yabancılaşmış yaşantılarını’ anlatır.
Halbuki sembolik bir dil ve evrensel bir kavrayışla yazıldığı için herkes bu şiiri istediği gibi yorumlamakta özgürdür.
Şiirin ilk yazımında Eliot, metne birçok dipnot eklemiştir. Onları atlayarak okumak, şiiri önemli ölçüde anlamsızlaştırır. Eowyn’e göre değil de bir başka Ekşi Sözlük yazarına göre ‘Bu çok güzel şiiri hakkıyla okumak ve sonra da hüngür hüngür ağlamak istiyorsanız The Hearth Anthology of American Literature’ı okumalısınız’.
O kitabın özelliği, şairin kendi dipnotları dışında yazar ve editör tarafından başka bazı dipnotların da kitaba eklenmiş olmasıdır…
Son bir not daha:
Eliot’ın bu fenomene dönüşmüş şiiri, Stephen King’in Kara Kule serisinin de esin kaynağı olmuş.
Çorak Ülke’nin benim o çok beğendiğim V.Bölüm’ü (Gök Gürültüsünün Dedikleri başlıklı bölüm; Suphi Aytimur’un çevirisiyle) şöyle başlıyor:
‘Vurunca meşale kızıllığı terli yüzlere
İnince dondurucu sessizlik bahçelere
Başlayınca can çekişme çorak ülkede
Bağıranlar ve ağlayanlar
Mahpushanelerin ve sarayların
Ve yankılanması gök gürlemesinin
Baharda, uzak dağlarda
O adam ki yaşıyordu, şimdi ölüdür
Bizler ki yaşıyorduk, şimdi ölüyoruz
(…)
Ama kuru kısır gök gürlemesi var, yağmursuz
Üstelik çile yerleri de yok bu dağlarda
Ama asık mor suratlar sırıtır ve hırlar
Çatlak duvarlı evlerin kapılarından
Su olsaydı
Kaya olmasaydı
Kaya olsaydı ama
Su da olsaydı
Ve su
Bir pınar
Bir gölcük kayalar arasında
Hiç olmazsa su sesi olsaydı…’
(…)
Şiirin bu bölümü ‘bir çeşit kavrulmayı, bir tür ileri derece susayışı’ anlatıyor. Daha doğrusu benim sürüklendiğim anlam tüneli, bu saptamaya açılıyor ve ben de galiba alıntılarla ördüğüm kendi metnimle -eğer yazının başındaki yargıya dönersek- maalesef sahip olamadığım suyun ve iyi ki sahibi olabildiğim, içimi kavuran susuzluğun övgüsünü dışa vurmuş oluyorum.
***
Ve ikincisi:
İlk bakışta mazoşizmi çağrıştıran şu ‘tükenmek üzereyken bile susuzluktan kavrulmaya sadık kalma, geri adım atmama fikri’ elbette benim icadım değil. ‘Neydi peki orijini?’ diye düşünüyorum?
Elbette T.S. Eliot’tan çok çok daha eski…
Öyle fazla düşünmeye gerek yok; bizde hatta evrensel edebiyatta da Fuzûlî idi bu düşünceyi ilk dile getiren (1483-1556).
Hüznün o eşsiz çevirmeni…
‘Işk derdiyle hoşem el çek ilâcumdan tabîb
Kılma derman kim helâküm zehri dermânundadur’
diyordu ki o muhteşem beyitin günümüz Türkçesiyle karşılığı yaklaşık bir ifadeyle ‘Doktor, aşk derdinden memnunum, bana ilâç yapmaktan vazgeç, derdime derman arama! Çünkü ölümümün zehiri senin ilâcındadır…’ oluyor.
İmaj bu işte: Ölümün zehri, hastalıkta değil doktorun ilacında yani yaşamda gizli…
‘O halde hayatta kalırsam, yaşarsam eğer, esas ölüm odur!’
Acayip, müthiş!
Ve fakat teninin altında, yüreğinin içinde devinen ve damarlarında lav gibi akan şeyi böyle hissedebilenler ne kadar da azdır, değil mi?
Madem insanlar kendilerine ait olmayan ya da bizzat kendilerinin mensup olmadıkları şeylerin reklamını iyi yapıyorlarmış o halde ben de çok beğendiğim -ve galiba çok da etkilendiğim- iki şairin reklamını göğsümü gere gere yapabilirim.
Yukarıdaki harika sözü söylemiş ve çığır açmış şiirler yazmış ‘Dünya Uygarlığına’ ait gerçek bir şairin ve adını yazımın sonuna saklayacağım bir başka avangart şairin reklamını…
***
İlki:
Adının bir yakası T.S…
Thomas Stearns…
ABD Dışişleri Bakanlığı Tanıtım Departmanı’nın yayımladığı ‘Ana Hatlar’ serisinden ‘Amerikan Edebiyatının Ana Hatları’ başlıklı yayında tarif edildiği haliyle Eliot, ‘ABD doğumlu İngiliz şair, oyun yazarı ve edebiyat eleştirmeni. Ekspresyonist. Onun The Love Song of J. Alfred Prufrock, The Waste Land ve Four Quartets adlı şiirleri 20. Yüzyıl modernist şiirinin en başarılı örneklerinden sayılır.’
Adının öbür yakası Eliot…
Ekşi Sözlük’ten Eowyn’e göre ‘Şair, oyun yazarı, edebiyat eleştirmeni Eliot; 1. ve 2. Dünya Savaşları arasındaki dönemde çağdaş şiiri ve 20. Yüzyıl kültürünü yerle bir eden mistik bir edebiyatçıdır’…
Eliot, Ezra Pound’dan, simgeci Fransız şairlerinden ve Dante’den büyük ölçüde etkilenmiş; Harvard'da Hint felsefesi okumuş ve felsefe konusunda tez oluşturmuş; bunların hepsini şiirlerine kabuk ve çekirdek etmiştir.
Thomas Stearns Eliot…
1948 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi...
Bu ödülle yaşadığı çağda edebiyat sanatının doruğuna yükselen Eliot’ın şiiri, neredeyse bütün eleştirmenlerin ortak görüşü olarak modern şiirin başlangıcıyla ilişkilendirilen, bununla birlikte anlaşılması oldukça güç bir şiirdir.
O’nun Çorak Ülke adını verdiği 1922'de yayınlanan beş bölümlük şiiri, şairin en ünlü şiiri olmasına rağmen başyapıtı kabul edilmez. Eleştirmenlere göre -ki ben aynı fikirde değilim- Eliot’ın başyapıtı Four Quarters (Dört Çeyrek) adlı kitabıdır.
Benim başyapıt saydığım Çorak Ülke ise eleştirmenlere göre, ‘batının büyük şehirlerinde yaşayan modern insanların parçalanmış ve yabancılaşmış yaşantılarını’ anlatır.
Halbuki sembolik bir dil ve evrensel bir kavrayışla yazıldığı için herkes bu şiiri istediği gibi yorumlamakta özgürdür.
Şiirin ilk yazımında Eliot, metne birçok dipnot eklemiştir. Onları atlayarak okumak, şiiri önemli ölçüde anlamsızlaştırır. Eowyn’e göre değil de bir başka Ekşi Sözlük yazarına göre ‘Bu çok güzel şiiri hakkıyla okumak ve sonra da hüngür hüngür ağlamak istiyorsanız The Hearth Anthology of American Literature’ı okumalısınız’.
O kitabın özelliği, şairin kendi dipnotları dışında yazar ve editör tarafından başka bazı dipnotların da kitaba eklenmiş olmasıdır…
Son bir not daha:
Eliot’ın bu fenomene dönüşmüş şiiri, Stephen King’in Kara Kule serisinin de esin kaynağı olmuş.
Çorak Ülke’nin benim o çok beğendiğim V.Bölüm’ü (Gök Gürültüsünün Dedikleri başlıklı bölüm; Suphi Aytimur’un çevirisiyle) şöyle başlıyor:
‘Vurunca meşale kızıllığı terli yüzlere
İnince dondurucu sessizlik bahçelere
Başlayınca can çekişme çorak ülkede
Bağıranlar ve ağlayanlar
Mahpushanelerin ve sarayların
Ve yankılanması gök gürlemesinin
Baharda, uzak dağlarda
O adam ki yaşıyordu, şimdi ölüdür
Bizler ki yaşıyorduk, şimdi ölüyoruz
(…)
Ama kuru kısır gök gürlemesi var, yağmursuz
Üstelik çile yerleri de yok bu dağlarda
Ama asık mor suratlar sırıtır ve hırlar
Çatlak duvarlı evlerin kapılarından
Su olsaydı
Kaya olmasaydı
Kaya olsaydı ama
Su da olsaydı
Ve su
Bir pınar
Bir gölcük kayalar arasında
Hiç olmazsa su sesi olsaydı…’
(…)
Şiirin bu bölümü ‘bir çeşit kavrulmayı, bir tür ileri derece susayışı’ anlatıyor. Daha doğrusu benim sürüklendiğim anlam tüneli, bu saptamaya açılıyor ve ben de galiba alıntılarla ördüğüm kendi metnimle -eğer yazının başındaki yargıya dönersek- maalesef sahip olamadığım suyun ve iyi ki sahibi olabildiğim, içimi kavuran susuzluğun övgüsünü dışa vurmuş oluyorum.
***
Ve ikincisi:
İlk bakışta mazoşizmi çağrıştıran şu ‘tükenmek üzereyken bile susuzluktan kavrulmaya sadık kalma, geri adım atmama fikri’ elbette benim icadım değil. ‘Neydi peki orijini?’ diye düşünüyorum?
Elbette T.S. Eliot’tan çok çok daha eski…
Öyle fazla düşünmeye gerek yok; bizde hatta evrensel edebiyatta da Fuzûlî idi bu düşünceyi ilk dile getiren (1483-1556).
Hüznün o eşsiz çevirmeni…
‘Işk derdiyle hoşem el çek ilâcumdan tabîb
Kılma derman kim helâküm zehri dermânundadur’
diyordu ki o muhteşem beyitin günümüz Türkçesiyle karşılığı yaklaşık bir ifadeyle ‘Doktor, aşk derdinden memnunum, bana ilâç yapmaktan vazgeç, derdime derman arama! Çünkü ölümümün zehiri senin ilâcındadır…’ oluyor.
İmaj bu işte: Ölümün zehri, hastalıkta değil doktorun ilacında yani yaşamda gizli…
‘O halde hayatta kalırsam, yaşarsam eğer, esas ölüm odur!’
Acayip, müthiş!
Ve fakat teninin altında, yüreğinin içinde devinen ve damarlarında lav gibi akan şeyi böyle hissedebilenler ne kadar da azdır, değil mi?