
Sezai Karakoç’un, bu hikâyeyi ünlü şiiri Mona Roza’yla ilgili olarak anlattığı rivayet edilir:
“Bir adam çok sevdiği bir kadına şiirler yazıyordu. Sonra kadın ansızın onu terk etti. Adam kadının ardından şiirler yazmaya devam etti.
Hatta daha çok yazdı.
Ve günün birinde çok ünlü bir şair oldu.
Yıllar sonra kadının yaşadığı kente gitti ve büyük bir şiir dinletisi sundu. Dinleti bittiğinde kadın kolunda kocası ile çıkışa geldi ve adama:
-Merhaba!
dedi. Adam ona sıradan bir insana bakar gibi baktı. Kadın,
-Beni hatırlamadın mı?
dedi. Adam:
-Hayır, tanıyamadım sizi.
dedi.
-Ama nasıl tanımazsın, uğruna şiirler yazdığın kadınım ben, seni şair yapan kadın !..
dedi kadın. Adam kadına baktı ve şöyle dedi:
-Keramet sende olsaydı, kolundaki adam da şair olurdu…."
***
İnsan -daha doğrusu şairler- neler ve kimler için şiir yazmıyor ki?
Mesela Aşık Veysel…
Çocuğunun anasına, hayat arkadaşına, gözü görmediği için kendisine kılavuzluk eden kadına yazmış sevda şiirlerini.
Ve o kadın bir gün Veysel ile oğlunu bırakıp başka bir adamla kaçmış.
Bilirsiniz; gönül gözü açık Veysel, karısının kaçacağını günler öncesinden hissetmiş ve lastik ayakkabısının parmak ucuna biraz para sıkıştırmış.
Nasılsa ayağı rahatsız olur, çıkarır ayakkabısına bakar, parayı görür, alır diye…
Parasız pulsuz, gittiği yerde sersefil olmasın diye…
Abdülhak Hamit, Fatma Hanım’ı düşünerek yazmış Makber’i…
Yahya Kemal Beyatlı, Nazım’ın annesi Celile Hanım’ı düşünerek şiir yazmış…
Nazım Hikmet Ran önce Nüzhet’i, sonra Lena’yı, daha sonra Piraye’yi, Münevver’i, Galina’yı ve nihayet Vera’yı düşünerek yazmış şiirlerini…
Ülkü Tamer, Cemal Süreya, Edip Cansever, Turgut Uyar; dört büyük edebiyatçı ise aynı kadına, bizim Tomris Uyar olarak tanıdığımız Tomris Gedik’e şiirler yazmış…
Ahmed Arif, Leyla Erbil’i…
Özdemir Asaf, Mevhibe Beyat’ı düşünerek…
Bedri Rahmi, Mari Gerekmezyan’a yazmış…
Attila İlhan, Maria Missakian’a…
Ümit Yaşar Oğuzcan, soyadını sır olarak mezara götürdüğü Ayten’e…
Cahit Sıtkı Tarancı, Mihrimah Hanım’a…
Sezai Karakoç, Muazzez Akkaya’ya…
Mutlaka ‘dahası’ vardır…
Daha başka kimler, kimlere şiir yazmış, kim bilir?
***
Şimdi tekrar Karakoç’a dönelim:
Yazan mı yazdıran mı öne çıkmalı?
Ben, gerçekte şiiri yazanın da hakkında şiir yazılanın da ikinci ve üçüncü plana düştüğünü düşünenlerdenim:
Şiir, yani şiirin bizzat kendisi önemli.
Şiir, şiiri yazanın da hakkında şiir yazılanın da önüne geçiyor.
Şiirleri gün yüzüne hiç çıkmamış ya da kaybolup gitmiş ama buna rağmen kendisi ünlenip baş tacı edilmiş; dolayısıyla şiiri olmayan ama şiirinin üzerinde yer edinmiş bir tek şair var mıdır, biliyor musunuz?
Böyle düşünüyoruz diye şairlerin bize güceneceklerini hiç sanmıyorum; çünkü onlar zaten hep ‘kendilerini aşacak’ şiirin peşindedirler. Yazdıkları her şiirin kendi müstakil hayatında var olmasını, kendi ayaklarının üzerinde durabilmesini isterler.
Onun için işte şairini hatırlayamadığımız şiirler vardır ama şiirini hatırlayamadığımız şairler yoktur.
“Bir adam çok sevdiği bir kadına şiirler yazıyordu. Sonra kadın ansızın onu terk etti. Adam kadının ardından şiirler yazmaya devam etti.
Hatta daha çok yazdı.
Ve günün birinde çok ünlü bir şair oldu.
Yıllar sonra kadının yaşadığı kente gitti ve büyük bir şiir dinletisi sundu. Dinleti bittiğinde kadın kolunda kocası ile çıkışa geldi ve adama:
-Merhaba!
dedi. Adam ona sıradan bir insana bakar gibi baktı. Kadın,
-Beni hatırlamadın mı?
dedi. Adam:
-Hayır, tanıyamadım sizi.
dedi.
-Ama nasıl tanımazsın, uğruna şiirler yazdığın kadınım ben, seni şair yapan kadın !..
dedi kadın. Adam kadına baktı ve şöyle dedi:
-Keramet sende olsaydı, kolundaki adam da şair olurdu…."
***
İnsan -daha doğrusu şairler- neler ve kimler için şiir yazmıyor ki?
Mesela Aşık Veysel…
Çocuğunun anasına, hayat arkadaşına, gözü görmediği için kendisine kılavuzluk eden kadına yazmış sevda şiirlerini.
Ve o kadın bir gün Veysel ile oğlunu bırakıp başka bir adamla kaçmış.
Bilirsiniz; gönül gözü açık Veysel, karısının kaçacağını günler öncesinden hissetmiş ve lastik ayakkabısının parmak ucuna biraz para sıkıştırmış.
Nasılsa ayağı rahatsız olur, çıkarır ayakkabısına bakar, parayı görür, alır diye…
Parasız pulsuz, gittiği yerde sersefil olmasın diye…
Abdülhak Hamit, Fatma Hanım’ı düşünerek yazmış Makber’i…
Yahya Kemal Beyatlı, Nazım’ın annesi Celile Hanım’ı düşünerek şiir yazmış…
Nazım Hikmet Ran önce Nüzhet’i, sonra Lena’yı, daha sonra Piraye’yi, Münevver’i, Galina’yı ve nihayet Vera’yı düşünerek yazmış şiirlerini…
Ülkü Tamer, Cemal Süreya, Edip Cansever, Turgut Uyar; dört büyük edebiyatçı ise aynı kadına, bizim Tomris Uyar olarak tanıdığımız Tomris Gedik’e şiirler yazmış…
Ahmed Arif, Leyla Erbil’i…
Özdemir Asaf, Mevhibe Beyat’ı düşünerek…
Bedri Rahmi, Mari Gerekmezyan’a yazmış…
Attila İlhan, Maria Missakian’a…
Ümit Yaşar Oğuzcan, soyadını sır olarak mezara götürdüğü Ayten’e…
Cahit Sıtkı Tarancı, Mihrimah Hanım’a…
Sezai Karakoç, Muazzez Akkaya’ya…
Mutlaka ‘dahası’ vardır…
Daha başka kimler, kimlere şiir yazmış, kim bilir?
***
Şimdi tekrar Karakoç’a dönelim:
Yazan mı yazdıran mı öne çıkmalı?
Ben, gerçekte şiiri yazanın da hakkında şiir yazılanın da ikinci ve üçüncü plana düştüğünü düşünenlerdenim:
Şiir, yani şiirin bizzat kendisi önemli.
Şiir, şiiri yazanın da hakkında şiir yazılanın da önüne geçiyor.
Şiirleri gün yüzüne hiç çıkmamış ya da kaybolup gitmiş ama buna rağmen kendisi ünlenip baş tacı edilmiş; dolayısıyla şiiri olmayan ama şiirinin üzerinde yer edinmiş bir tek şair var mıdır, biliyor musunuz?
Böyle düşünüyoruz diye şairlerin bize güceneceklerini hiç sanmıyorum; çünkü onlar zaten hep ‘kendilerini aşacak’ şiirin peşindedirler. Yazdıkları her şiirin kendi müstakil hayatında var olmasını, kendi ayaklarının üzerinde durabilmesini isterler.
Onun için işte şairini hatırlayamadığımız şiirler vardır ama şiirini hatırlayamadığımız şairler yoktur.