
‘Bilge insanlar gibi düşün; ama sıradan insanlar gibi konuş
ki böylelikle seni herkes anlasın…’
diyor Aristoteles.
Böyle demekle de aslında bir tek olguya değil, içinden bilgelik-cahillik, sıradanlık-sıradışılık ve anlaşılma-anlaşıl(a)mama ikilemlerinin geçtiği karmaşık bir olgular ve sorunlar yumağına dokunmuş oluyor.
Zamanın ve coğrafi sınırların çok üzerinde bir polemik.
Ve bu yumağın içinde hepimiz varız.
Gençler-yaşlılar, muhafazakârlar-devrimciler, doğulular-batılılar, yoksullar-zenginler; istisnasız hepimiz…
Hepimizin hayatında bilgelik ile cahillik, sıradanlık ile sıradışılık ve anlaşılma ile anlaşıl(a)mama arasında bocalayan taraflar var.
***
Tuhaf; ama ‘sıradanlık’ dediğimiz durumun -veya olup biteni anlamıyormuş gibi gözükmenin- kimilerinde eğitimle, kültürel çevreyle ve statüden çok hayata bakışla ilgili bir durum olduğunu; ama kimilerinin de sıradanlığı kasten tercih ettiğini ve bunu bir ‘tutum’ olarak sergilediğini düşünüyorum.
‘Hakikaten öyle mi?’ diyorsanız çok özel bir sosyometrik tahlile ihtiyaç duyacağınızı sanmıyorum. Gözlerimizi azıcık kısarak baktığımızda bile etrafımızda bu eğilimi gözlemleyebiliriz.
Peki neden böyle?
‘Doğal durumu’ anladık da insan kendini bile isteye niye sıradanlaştırır ki?..
Sıradan olmak, bir çeşit güvenlik zırhı yaratır, bu kuşkusuz en geçerli nedendir. Sokağın deyişiyle ‘Herkes gibiysen arada kaynar gidersin, kimse de sana ilişmez’…
Bunun daha somut örnekleri var hayatımızda. Askerlik yapmış olanlar bilir; ‘Peygamber Ocağına’ uğurlanan delikanlılara ‘Önde durma, en geriye kalma’ diye nasihatler verilir.
Bu toplumsal öğretiye (!) itibar etmeyip sıradışı olmayı, alışılmadık görüşler öne sürmeyi, alelade olmayan özgün -ve çoğu zaman ürkütücü gözüken- çıkış yolları önermeyi, dik durmayı ve bile isteye risk almayı sadece ‘cesaret’ ile mi açıklayacağız?
Serdengeçtilik?
Pervasızlık?
İçgüdüler?
Misyon?
Ya da ne?..
Bir düşünün…
***
Sıradanlık, telkin ettiği o güvende olma duygusuna rağmen çok da taktir edilesi bir durum değil. O yüzdendir ki günlük hayatta insanları sıradanlıktan çıkaracak türlü tarzların, yönelimlerin, niteliklerin ve eylemlerin üzerini fosforlu kalemle çizenler çoktur:
Çılgınca bir iştahla macera parkurlarına saldırabiliriz, sıradışı olmak uğruna kendimizi nesne yapıp ontolojik bir anlamı olan veya olmayan her türlü eyleme atılabiliriz. Frapan aksesuarlar takınabiliriz, bir başkasına dönüşebiliriz.
Ama nafile!
Çünkü bunlarla hiç ilgisi olmadığı halde bizi sıradanlığın girdabından çıkaracak sadece üç şey var:
Birincisi ‘inanç’…
Katıksız-karşılıksız saf inanç…
Bizi yönlendiren, doğrultan, tam yıkılmak üzereyken ayağa kaldıran ya da kurtuluşun tam kapısındayken yere seren, gizli, örtük, aleni, bilinen ve bilinmeyen; bizi kümeleştiren ya da aksine kalabalıklar içinde yapayalnız kalmamıza neden olan inançlarımız…
İnançlarımızın kaynağı, bizim onları keşfediş ve onlara bağlanış biçimimiz, direncimiz, tahammül sınırımız, sıradan veya sıradışı oluşumuzu belirleyen birincil etkene dahildir.
Bizi sıradanlıktan çıkarabilecek şeylerin ikincisi ‘bilgi’dir…
Doğrulanmış ve iyiliğe adanmış bilgi…
Hayat ve evren hakkında birikimimiz; kendimize, geçmişe, geleceği belirleyecek ihtimellere dair bildiklerimiz…
Bilgilerimizin kaynağı, gerçeğe yakınlığı, bizim onları derleme ve edinme alışkanlıklarımız, öğrenme yöntemlerimiz, bilgi dağarcığımız, yeni şeyler öğrenme potansiyellerimiz ve şayet öyleysek ‘bilginin egemenliğini savunurken’ sergilediğimiz direnç, sıradan veya sıradışı oluşumuzu belirleyen ikinci önemli etkenin ayrıntılarıdır.
Bilgi, turnusol kağıdı gibi sınar bizi…
Yine de Sokrates’in dediği gibi ‘Kimse bile bile kötü değildir. Her kötülük, bilgi sanılan bir bilgisizlikten kaynaklanır.’ Bu paragrafın başında vurguladığım ‘doğrulanmış bilgi’ de benim o büyük filozofa cılız yankımdır.
Sıradanlıktan çıkış için üçüncü kapımız ‘merhamet’tir…
Herhangi bir konuda, herhangi bir nedenle köşeye sıkıştığımızda şunu güçlü olduğumuzu düşündüğümüz anlardakinden çok daha iyi anlarız: Merhamet, sevginin pratiğe dökülmüş, gösterişten ve yapmacıklıktan sıyrılmış ‘en işe yarar’ biçimidir. Lokman merhemi gibidir; tıpkı adalet gibi o da herkese bir gün mutlaka lazım olur.
Keza; bütün davranışlarımızın en uç noktası ve en insancılıdır merhamet. Hoş gördüğümüz, merhamet gösterdiğimiz kadar iyiyiz ve o ölçüde insanız…
Daha fazlası değil.
Tabii eğer azıcık akıllıysak merhametin, hafızasızlıkla aynı şey olmadığını da biliriz.
Bunu daima akılda tutarız.
***
İyi de…
İnanmak, bilmek ve merhamet etmek, çok mu kolay?
Hem o kadar sıradan bir şeyse inançlı, bilgili, merhametli olmak, bunca inançsız, bunca bilgisiz, bunca merhametsiz insan nasıl, nereden türer?
Değerli ağabeyim Mahmut Şahin’den işitip bir kıyıya not ettiğim sözdür, İbn-i Haldun der ki ‘Merhamet, masum olduğu için her kalbe misafir olmaz.’
İnanç ve bilgelik de öyledir.
Masumdurlar ve her yüreğe misafir olmazlar.
Masumiyet; inanca, bilgiye ve merhamete yurt olsun diye ana rahminin cenine sargıladığı ilk şeydir. Kötülüklerle dolu dünyanın büyümüş ceninden, insandan koparacağı ilk şey de yine o olur, ne yazık ki!
ki böylelikle seni herkes anlasın…’
diyor Aristoteles.
Böyle demekle de aslında bir tek olguya değil, içinden bilgelik-cahillik, sıradanlık-sıradışılık ve anlaşılma-anlaşıl(a)mama ikilemlerinin geçtiği karmaşık bir olgular ve sorunlar yumağına dokunmuş oluyor.
Zamanın ve coğrafi sınırların çok üzerinde bir polemik.
Ve bu yumağın içinde hepimiz varız.
Gençler-yaşlılar, muhafazakârlar-devrimciler, doğulular-batılılar, yoksullar-zenginler; istisnasız hepimiz…
Hepimizin hayatında bilgelik ile cahillik, sıradanlık ile sıradışılık ve anlaşılma ile anlaşıl(a)mama arasında bocalayan taraflar var.
***
Tuhaf; ama ‘sıradanlık’ dediğimiz durumun -veya olup biteni anlamıyormuş gibi gözükmenin- kimilerinde eğitimle, kültürel çevreyle ve statüden çok hayata bakışla ilgili bir durum olduğunu; ama kimilerinin de sıradanlığı kasten tercih ettiğini ve bunu bir ‘tutum’ olarak sergilediğini düşünüyorum.
‘Hakikaten öyle mi?’ diyorsanız çok özel bir sosyometrik tahlile ihtiyaç duyacağınızı sanmıyorum. Gözlerimizi azıcık kısarak baktığımızda bile etrafımızda bu eğilimi gözlemleyebiliriz.
Peki neden böyle?
‘Doğal durumu’ anladık da insan kendini bile isteye niye sıradanlaştırır ki?..
Sıradan olmak, bir çeşit güvenlik zırhı yaratır, bu kuşkusuz en geçerli nedendir. Sokağın deyişiyle ‘Herkes gibiysen arada kaynar gidersin, kimse de sana ilişmez’…
Bunun daha somut örnekleri var hayatımızda. Askerlik yapmış olanlar bilir; ‘Peygamber Ocağına’ uğurlanan delikanlılara ‘Önde durma, en geriye kalma’ diye nasihatler verilir.
Bu toplumsal öğretiye (!) itibar etmeyip sıradışı olmayı, alışılmadık görüşler öne sürmeyi, alelade olmayan özgün -ve çoğu zaman ürkütücü gözüken- çıkış yolları önermeyi, dik durmayı ve bile isteye risk almayı sadece ‘cesaret’ ile mi açıklayacağız?
Serdengeçtilik?
Pervasızlık?
İçgüdüler?
Misyon?
Ya da ne?..
Bir düşünün…
***
Sıradanlık, telkin ettiği o güvende olma duygusuna rağmen çok da taktir edilesi bir durum değil. O yüzdendir ki günlük hayatta insanları sıradanlıktan çıkaracak türlü tarzların, yönelimlerin, niteliklerin ve eylemlerin üzerini fosforlu kalemle çizenler çoktur:
Çılgınca bir iştahla macera parkurlarına saldırabiliriz, sıradışı olmak uğruna kendimizi nesne yapıp ontolojik bir anlamı olan veya olmayan her türlü eyleme atılabiliriz. Frapan aksesuarlar takınabiliriz, bir başkasına dönüşebiliriz.
Ama nafile!
Çünkü bunlarla hiç ilgisi olmadığı halde bizi sıradanlığın girdabından çıkaracak sadece üç şey var:
Birincisi ‘inanç’…
Katıksız-karşılıksız saf inanç…
Bizi yönlendiren, doğrultan, tam yıkılmak üzereyken ayağa kaldıran ya da kurtuluşun tam kapısındayken yere seren, gizli, örtük, aleni, bilinen ve bilinmeyen; bizi kümeleştiren ya da aksine kalabalıklar içinde yapayalnız kalmamıza neden olan inançlarımız…
İnançlarımızın kaynağı, bizim onları keşfediş ve onlara bağlanış biçimimiz, direncimiz, tahammül sınırımız, sıradan veya sıradışı oluşumuzu belirleyen birincil etkene dahildir.
Bizi sıradanlıktan çıkarabilecek şeylerin ikincisi ‘bilgi’dir…
Doğrulanmış ve iyiliğe adanmış bilgi…
Hayat ve evren hakkında birikimimiz; kendimize, geçmişe, geleceği belirleyecek ihtimellere dair bildiklerimiz…
Bilgilerimizin kaynağı, gerçeğe yakınlığı, bizim onları derleme ve edinme alışkanlıklarımız, öğrenme yöntemlerimiz, bilgi dağarcığımız, yeni şeyler öğrenme potansiyellerimiz ve şayet öyleysek ‘bilginin egemenliğini savunurken’ sergilediğimiz direnç, sıradan veya sıradışı oluşumuzu belirleyen ikinci önemli etkenin ayrıntılarıdır.
Bilgi, turnusol kağıdı gibi sınar bizi…
Yine de Sokrates’in dediği gibi ‘Kimse bile bile kötü değildir. Her kötülük, bilgi sanılan bir bilgisizlikten kaynaklanır.’ Bu paragrafın başında vurguladığım ‘doğrulanmış bilgi’ de benim o büyük filozofa cılız yankımdır.
Sıradanlıktan çıkış için üçüncü kapımız ‘merhamet’tir…
Herhangi bir konuda, herhangi bir nedenle köşeye sıkıştığımızda şunu güçlü olduğumuzu düşündüğümüz anlardakinden çok daha iyi anlarız: Merhamet, sevginin pratiğe dökülmüş, gösterişten ve yapmacıklıktan sıyrılmış ‘en işe yarar’ biçimidir. Lokman merhemi gibidir; tıpkı adalet gibi o da herkese bir gün mutlaka lazım olur.
Keza; bütün davranışlarımızın en uç noktası ve en insancılıdır merhamet. Hoş gördüğümüz, merhamet gösterdiğimiz kadar iyiyiz ve o ölçüde insanız…
Daha fazlası değil.
Tabii eğer azıcık akıllıysak merhametin, hafızasızlıkla aynı şey olmadığını da biliriz.
Bunu daima akılda tutarız.
***
İyi de…
İnanmak, bilmek ve merhamet etmek, çok mu kolay?
Hem o kadar sıradan bir şeyse inançlı, bilgili, merhametli olmak, bunca inançsız, bunca bilgisiz, bunca merhametsiz insan nasıl, nereden türer?
Değerli ağabeyim Mahmut Şahin’den işitip bir kıyıya not ettiğim sözdür, İbn-i Haldun der ki ‘Merhamet, masum olduğu için her kalbe misafir olmaz.’
İnanç ve bilgelik de öyledir.
Masumdurlar ve her yüreğe misafir olmazlar.
Masumiyet; inanca, bilgiye ve merhamete yurt olsun diye ana rahminin cenine sargıladığı ilk şeydir. Kötülüklerle dolu dünyanın büyümüş ceninden, insandan koparacağı ilk şey de yine o olur, ne yazık ki!