
Sosyal Medya...
Sıradan hayatlardan sızan sıradışı şeylerin seçkisi...
...
Hayat elbette güzel! Çok güzel hem de...
Ama hayatımızdaki her an, her ayrıntı, her fotoğraf, ‘sahibini’ -bizi yani- mutlu ve memnun edecek kadar güzel değil. Bu da olağan...
Ve şimdi sosyal medya bize ‘hayatımızdan seçki yaparak yeni bir iç-hayat oluşturma ve kendimizi çevremize o filtreden geçirilmiş halimizle sunma olanağı’ veriyor:
Hayatımın güzel seçkisi eşliğinde ben!
İşte bu, tarihte karşılaştığımız bütün yeniliklerden daha farklı bir şey. Acayip gönülçelen, sihirli bir olanak.
Geçmişten bugüne ‘edebiyatın’ yaklaşık olarak öyle bir işlevi vardı; ama ‘internetin’ ve artık kanalını, interneti de gölgede bırakan ‘sosyal medyanın’ eriştiği bu yeni iletişim boyutu, olanağı, fırsatı ya da yayılım hızı, ortaya edebiyatın tattırdığından çok daha farklı bir haz çıkarıyor.
Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk, Yeni Hayat romanının sonlarında bir yerde anlatıcıya ‘Benim zekâmdan kuşkuya düşen saldırgan ve alaycı okura ben de saldırgan bir şekilde, elinde tuttuğu kitabın her köşesine yeterince dikkat ve zekâ gösterip göstermediğini sorayım mı?’ dedirtir.
Baş döndürücü kullanım istatistiklerine burada girip kafanızı bulandırmak istemiyorum fakat biz de şimdi Instagram’ı, Facebook’u, Twitter’ı, Linkedln’ı, Badoo’yu, türlü türlü sosyal medya platformlarını -sözüm meclisten içeri, başta kendim olmak üzere- bu denli yoğun ve fütursuzca kullanan 4,7 milyar dünyalı, 69 milyon yerli sosyal medya okur-yazarına, dışarıya naklettiği her durumu, her görüntüyü, kopyalamaları ve az da olsa kendi görüşlerini, fikri üretimini, her defasında zekâ süzgecinden geçirip geçirmediğini sorsak yeridir.
Az önce ‘fütursuzca kullanmak’ derken kastım buydu.
İşin içine fazla zekâ katmadan.
Orijinal bir ürün oluşturmadan.
Özensizce, tüketim çılgınlığının bir türevi olarak...
Elbette sosyal medyanın sunduğu olanakların ve kolaylıkların bir de bedeli var. Bizden götürdüğü şeyler yani.
Neler mesela?
Mesela bizden uzakta yaşayan dostlarımız, aile bireylerimiz, seçe seçe en ışıltılı, en çekici, mutluluk yayan kısmını paylaştığımız hayat kesitini -belki de haklı olarak- bütün hayatımız öyleymiş sanıp ‘Biz burda kahrolalım, sen orda öyle keyif çat!’ tribine girebiliyor mesela. Yok mu hayatınızda?
Ardından söze dökülmeyen kırılmalar, küsmeler, soğumalar...
Halbuki bizi üzen şeyle, sevindirenlerden her zaman daha fazla ve aslında onlar da aynısını yapıyorlar: Seçe seçe en ışıltılı, en çekici, mutluluk yayan kısmını paylaşıyorlar hayatlarının.
Herkes mutlu gibi... Güya...
Ama perde arkasında herkes, başkasının mutluluğunu seyrederken altta kalmama modunda...
Ve herkes acayip mutsuz!
★★
Son dönemde en çok takıldığım Instagram hesaplarından birinde, huzursuz.beyin’de, 11 Aralık 2022 günü ‘Unutabilmenin Gücü’ başlığı altında ilginç bir derleme notu paylaştı. Sadece 2 saat içinde 3 bin kişinin beğendiği paylaşımın girişinde Proust’a gönderme yapılıyor ve ‘Anıların toplamıyız ama her anının üzerimizdeki etkisi aynı olmaz. Bazı anılar nöron ağlarımızı öyle sarsar ki deprem bittiğinde kendimizi başka biri olarak buluruz’ deniyordu.
Kısa yazının devamında ise Anathema’nın vokalisti David Cavanagh’ın insanı anılar sınıflandırmasına sürükleyen ‘Bazen merak ediyorum benden ne olurdu, bu acılar hiç yaşanmasaydı eğer...’ sözü üzerinde duruluyordu.
Benim girişte değindiğim seçki de aslında Cavanagh’ın yakındığı şeylerin dışındakileri -acılar ve can yakan gerçekler dışındaki her şeyi- içeriyor.
Belki de unutmak için böyle yapıyoruzdur!
Bireyin veya toplumun bazı şeyleri unutması...
İyi olmuyor mu?
Nitekim Kazuo Ishiguro’nun ‘İnsanlar ve toplumlar ne zaman hatırlaması ama ne zaman da unutması gerektiğini bilmeli’ uyarısı tam da bu gerekliliğin altını çiziyor.
Bu varış noktasında yine huzursuz.beyin devreye girip son noktayı koyuyor: ‘Bilincimiz bir anıya odaklandığında çevremizi sis sarıyor. Her şeyi hatırlasaydık hiçbir şeye katlanamazdık!’
Bu derin uçurumun hemen kıyısına dikilen Unamuro’nun ünlü benzetmesinde değinildiği gibi ‘Biz insanlar ne büyük acılara dayanıyoruz ne de büyük mutluluklara. Çünkü bu acılar ve mutluluklar, küçük olaylardan oluşmuş büyük bir sis tabakasına bürünerek geliyor...
Hayat bu işte: Sis...’
Belki buraya kadar söylediklerimi ve derlediklerimi ‘sosyal medyayı yine sosyal medya aracılığıyla eleştirmek’ gibi değerlendiren okurlarım olmuştur.
Ama aslında yaptığım şeyi ‘sosyal medyayı ayna yaparak kendi sosyal medya davranışımızı ve henüz oluşmakta olan küresel bir kültürü tanımlamak’ olarak açıklarsam herhalde daha objektif davranmış olurum.
Tabii siz buna tanımlamayla marine edilmiş eleştiri de diyebilirsiniz.
★★
Bitirmeden...
Breadcrumbing (ekmek kırıntısı) terimini işitmiş miydiniz? Master Chef’le mutfakla falan ilgisi yok, bilişim ve sosyal medya menşeili bir terim bu. Dijital ortamlarda yaşanan ilişkilerde karşımıza çıkan bir manipülasyon yöntemini ifade ediyor (?)...
‘Adsız, tanımsız, niteliği belirsiz ilişki’ anlamına geliyor.
Adını yeni duyuyoruz ama kendisi ne kadar yaygın, değil mi?
Teoride bir şeyler var, bir duygu akımı, güya iletişim falan filan...
Oysa adını koymaya sıra geldiğinde, adı yok! Tanımsız ve niteliksiz: Breadcrumbing...
Biz ekmek kırıntılarını aziz biliriz, öper alnımıza koyarız; onun için ben başka biçimde Türkçeleştirmekten yanayım. Ne bileyim; manipülatif, adsız, tanımsız, niteliği ve derinliği belirsiz, güven telkin etmeyen ve geleceği olmayan sanal ortam ilişkilerine Trashcanleak (çöp tenekesi sızıntısı) diyebiliriz mesela.
Ne demiştik en başta:
‘Sosyal Medya...
Sıradan hayatlardan sızan sıradışı şeylerin seçkisi...’
Yani şimdi haksız mıyız Allahaşkına?
Sıradan hayatlardan sızan sıradışı şeylerin seçkisi...
...
Hayat elbette güzel! Çok güzel hem de...
Ama hayatımızdaki her an, her ayrıntı, her fotoğraf, ‘sahibini’ -bizi yani- mutlu ve memnun edecek kadar güzel değil. Bu da olağan...
Ve şimdi sosyal medya bize ‘hayatımızdan seçki yaparak yeni bir iç-hayat oluşturma ve kendimizi çevremize o filtreden geçirilmiş halimizle sunma olanağı’ veriyor:
Hayatımın güzel seçkisi eşliğinde ben!
İşte bu, tarihte karşılaştığımız bütün yeniliklerden daha farklı bir şey. Acayip gönülçelen, sihirli bir olanak.
Geçmişten bugüne ‘edebiyatın’ yaklaşık olarak öyle bir işlevi vardı; ama ‘internetin’ ve artık kanalını, interneti de gölgede bırakan ‘sosyal medyanın’ eriştiği bu yeni iletişim boyutu, olanağı, fırsatı ya da yayılım hızı, ortaya edebiyatın tattırdığından çok daha farklı bir haz çıkarıyor.
Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk, Yeni Hayat romanının sonlarında bir yerde anlatıcıya ‘Benim zekâmdan kuşkuya düşen saldırgan ve alaycı okura ben de saldırgan bir şekilde, elinde tuttuğu kitabın her köşesine yeterince dikkat ve zekâ gösterip göstermediğini sorayım mı?’ dedirtir.
Baş döndürücü kullanım istatistiklerine burada girip kafanızı bulandırmak istemiyorum fakat biz de şimdi Instagram’ı, Facebook’u, Twitter’ı, Linkedln’ı, Badoo’yu, türlü türlü sosyal medya platformlarını -sözüm meclisten içeri, başta kendim olmak üzere- bu denli yoğun ve fütursuzca kullanan 4,7 milyar dünyalı, 69 milyon yerli sosyal medya okur-yazarına, dışarıya naklettiği her durumu, her görüntüyü, kopyalamaları ve az da olsa kendi görüşlerini, fikri üretimini, her defasında zekâ süzgecinden geçirip geçirmediğini sorsak yeridir.
Az önce ‘fütursuzca kullanmak’ derken kastım buydu.
İşin içine fazla zekâ katmadan.
Orijinal bir ürün oluşturmadan.
Özensizce, tüketim çılgınlığının bir türevi olarak...
Elbette sosyal medyanın sunduğu olanakların ve kolaylıkların bir de bedeli var. Bizden götürdüğü şeyler yani.
Neler mesela?
Mesela bizden uzakta yaşayan dostlarımız, aile bireylerimiz, seçe seçe en ışıltılı, en çekici, mutluluk yayan kısmını paylaştığımız hayat kesitini -belki de haklı olarak- bütün hayatımız öyleymiş sanıp ‘Biz burda kahrolalım, sen orda öyle keyif çat!’ tribine girebiliyor mesela. Yok mu hayatınızda?
Ardından söze dökülmeyen kırılmalar, küsmeler, soğumalar...
Halbuki bizi üzen şeyle, sevindirenlerden her zaman daha fazla ve aslında onlar da aynısını yapıyorlar: Seçe seçe en ışıltılı, en çekici, mutluluk yayan kısmını paylaşıyorlar hayatlarının.
Herkes mutlu gibi... Güya...
Ama perde arkasında herkes, başkasının mutluluğunu seyrederken altta kalmama modunda...
Ve herkes acayip mutsuz!
★★
Son dönemde en çok takıldığım Instagram hesaplarından birinde, huzursuz.beyin’de, 11 Aralık 2022 günü ‘Unutabilmenin Gücü’ başlığı altında ilginç bir derleme notu paylaştı. Sadece 2 saat içinde 3 bin kişinin beğendiği paylaşımın girişinde Proust’a gönderme yapılıyor ve ‘Anıların toplamıyız ama her anının üzerimizdeki etkisi aynı olmaz. Bazı anılar nöron ağlarımızı öyle sarsar ki deprem bittiğinde kendimizi başka biri olarak buluruz’ deniyordu.
Kısa yazının devamında ise Anathema’nın vokalisti David Cavanagh’ın insanı anılar sınıflandırmasına sürükleyen ‘Bazen merak ediyorum benden ne olurdu, bu acılar hiç yaşanmasaydı eğer...’ sözü üzerinde duruluyordu.
Benim girişte değindiğim seçki de aslında Cavanagh’ın yakındığı şeylerin dışındakileri -acılar ve can yakan gerçekler dışındaki her şeyi- içeriyor.
Belki de unutmak için böyle yapıyoruzdur!
Bireyin veya toplumun bazı şeyleri unutması...
İyi olmuyor mu?
Nitekim Kazuo Ishiguro’nun ‘İnsanlar ve toplumlar ne zaman hatırlaması ama ne zaman da unutması gerektiğini bilmeli’ uyarısı tam da bu gerekliliğin altını çiziyor.
Bu varış noktasında yine huzursuz.beyin devreye girip son noktayı koyuyor: ‘Bilincimiz bir anıya odaklandığında çevremizi sis sarıyor. Her şeyi hatırlasaydık hiçbir şeye katlanamazdık!’
Bu derin uçurumun hemen kıyısına dikilen Unamuro’nun ünlü benzetmesinde değinildiği gibi ‘Biz insanlar ne büyük acılara dayanıyoruz ne de büyük mutluluklara. Çünkü bu acılar ve mutluluklar, küçük olaylardan oluşmuş büyük bir sis tabakasına bürünerek geliyor...
Hayat bu işte: Sis...’
Belki buraya kadar söylediklerimi ve derlediklerimi ‘sosyal medyayı yine sosyal medya aracılığıyla eleştirmek’ gibi değerlendiren okurlarım olmuştur.
Ama aslında yaptığım şeyi ‘sosyal medyayı ayna yaparak kendi sosyal medya davranışımızı ve henüz oluşmakta olan küresel bir kültürü tanımlamak’ olarak açıklarsam herhalde daha objektif davranmış olurum.
Tabii siz buna tanımlamayla marine edilmiş eleştiri de diyebilirsiniz.
★★
Bitirmeden...
Breadcrumbing (ekmek kırıntısı) terimini işitmiş miydiniz? Master Chef’le mutfakla falan ilgisi yok, bilişim ve sosyal medya menşeili bir terim bu. Dijital ortamlarda yaşanan ilişkilerde karşımıza çıkan bir manipülasyon yöntemini ifade ediyor (?)...
‘Adsız, tanımsız, niteliği belirsiz ilişki’ anlamına geliyor.
Adını yeni duyuyoruz ama kendisi ne kadar yaygın, değil mi?
Teoride bir şeyler var, bir duygu akımı, güya iletişim falan filan...
Oysa adını koymaya sıra geldiğinde, adı yok! Tanımsız ve niteliksiz: Breadcrumbing...
Biz ekmek kırıntılarını aziz biliriz, öper alnımıza koyarız; onun için ben başka biçimde Türkçeleştirmekten yanayım. Ne bileyim; manipülatif, adsız, tanımsız, niteliği ve derinliği belirsiz, güven telkin etmeyen ve geleceği olmayan sanal ortam ilişkilerine Trashcanleak (çöp tenekesi sızıntısı) diyebiliriz mesela.
Ne demiştik en başta:
‘Sosyal Medya...
Sıradan hayatlardan sızan sıradışı şeylerin seçkisi...’
Yani şimdi haksız mıyız Allahaşkına?