
1820 yıllarında Voltaire “İstanbul’da bir yılda yazılanlar, Paris'te bir günde yazılanlardan daha azdır” diyerek bir hüküm vermişti. Bu hüküm doğru bir bilgi olmamakla birlikte bize gerçekliğin bazı ipuçlarını vermektedir. 1820 yıllarında Osmanlı’da on binlerce hattat bulunmakta ve hattatlar geçimlerini yazı yazarak kazanmaktaydılar. Fakat bu hattatların yaptıkları iş hemen hemen müstensih (kopyalama) işiydi. Yani bunlar fikir üretmemekte, sadece daha önce yazılmış olan bir yazıyı kopyalama işini yapmakta bir nevi bugünkü fotokopicilerin görevlerini üstlenmekteydiler. Makineden farklı olarak yaptıkları işe biraz ruhlarını katıyorlardı.
Bu ortamda eğitim ezber yapma sistemi üzerine kurulmuş, ezberi kuvvetli olanlar iyi bir alim olarak görülmeye başlanmıştı. Hatta Ebu Bekir bin Enbari’nin (ö.939) Peygamberimizle ilgili 45.000 sahife rivayeti ezberinden okuyabildiği ve kendi ifadesine göre on üç sandıklık kitabı ezberinden okuduğu söylenmektedir. Bu tarz ilim anlayışı kişileri üretmek, yorum yapmak yerine; ezber yapmaya, daha önce yazılmış bir eseri imla yanlış yapmadan nakletme anlayışına götürmüştü.
Müstensihlerin yaptığı bu çalışmalar eserin çoğaltılarak kaybolmasına engel oluyordu. Türkiye’de özellikle sosyal alanlarda yapılan akademik çalışmalar müstensihlerin yaptıkları işin farklı bir versiyonuna dönüşmektedir. Amerikalı yazar J.Frank Doble 1945 yılları Amerika’sı için, Amerika’da yapılan ortalama bir doktora tezi, kemiklerin bir mezardan diğer mezara nakliden başka bir şey değildir, demişti. Üniversitelerin bazı bölümlerinde bu mezar taşıma işi yüksek lisans ve doktora, hatta akademik çalışma adı altında varlığını hâlâ devam ettirmektedir.
Bugün bile camilerimizde gelenek hâline gelmiş mukabele yapma anlayışı bu kültürün bir sonucudur. Mukabele demek, nüshaların karşılaştırılması anlamını taşımaktadır. Buradan kasıt okuyan kişinin doğru okuması, aynı zamanda Kuran-ı Kerim’de yazım yanlışı varsa onun tespiti amaçlanmaktadır. Doğru okumak, telaffuzu doğru çıkarmak, mananın önüne geçmiş, içeriğin analizi, harfin doğru yazımına ve doğru telaffuzuna kurban edilmiştir.
Hatta bu kültürün varlığı yabancı dil öğretimi anlayışımız üzerinde etkisi olmuş, yıllardır bu anlayıştan bir türlü kurtulma şansımız olmamıştır. Eski dönemlerde Kuran-ı Kerim’in ve hadislerin doğru şekilde anlaşılması ve tercüme edilmesi için o dilin gramer kurallarının öğretimine çok büyük önem verilmiş, bir dilin gramer kurallarını öğrenmenin onun dilbilgisi kurallarını öğrenmekle yeterli olacağı görüşü hakim olmuştu. Bu yüzden dildeki konuşma, yazma, dinleme becerileri ihmal edilerek bugünkü dil öğretimi anlayışımızın temeli atılmıştır ve hâlâ günümüzde bu anlayış ile dil öğretimine devam edilmektedir.
Matbaa ile birlikte yayınevlerinin devreye girmesi ile şahısların yerini yayınevleri almış, kitap tensih (kopyalama)etme işi şahıslardan kurumlara geçer olmuştur. Bugün akademik çalışma adı altında sadece harflerin doğru okunması ve şeklinin değiştirilmesi ile yapılan çalışmalar miadını doldurmak üzeredir. Elbette yapılan her çalışma büyük bir emeğin ve dikkatin ürünüdür ve saygıya değerdir. Fakat akademik çalışma bir üretim safhasıdır kişinin kendi gelişimine kısmen faydasının dışında başka bir işe yaramayan ve hemen hemen birbirinin benzeri olan bu çalışmaların daha ötesine geçme zamanı gelmiştir.
Yazma, akademik hayatın çok önemli bir safhasıdır. Eski dönemde yazılmış belki içeriğin de akademik olarak fazla bir kıymet olmayan bir eseri doğru nakletme çabası, genç akademisyenlerin kendilerini geliştirme adına bazen büyük bir engel olmaktadır. Akademisyenler bu çaba yerine daha çok okumanın, daha çok yorum yapmanın ve daha çok yazmanın peşinden koşmalıdırlar.
Bu ortamda eğitim ezber yapma sistemi üzerine kurulmuş, ezberi kuvvetli olanlar iyi bir alim olarak görülmeye başlanmıştı. Hatta Ebu Bekir bin Enbari’nin (ö.939) Peygamberimizle ilgili 45.000 sahife rivayeti ezberinden okuyabildiği ve kendi ifadesine göre on üç sandıklık kitabı ezberinden okuduğu söylenmektedir. Bu tarz ilim anlayışı kişileri üretmek, yorum yapmak yerine; ezber yapmaya, daha önce yazılmış bir eseri imla yanlış yapmadan nakletme anlayışına götürmüştü.
Müstensihlerin yaptığı bu çalışmalar eserin çoğaltılarak kaybolmasına engel oluyordu. Türkiye’de özellikle sosyal alanlarda yapılan akademik çalışmalar müstensihlerin yaptıkları işin farklı bir versiyonuna dönüşmektedir. Amerikalı yazar J.Frank Doble 1945 yılları Amerika’sı için, Amerika’da yapılan ortalama bir doktora tezi, kemiklerin bir mezardan diğer mezara nakliden başka bir şey değildir, demişti. Üniversitelerin bazı bölümlerinde bu mezar taşıma işi yüksek lisans ve doktora, hatta akademik çalışma adı altında varlığını hâlâ devam ettirmektedir.
Bugün bile camilerimizde gelenek hâline gelmiş mukabele yapma anlayışı bu kültürün bir sonucudur. Mukabele demek, nüshaların karşılaştırılması anlamını taşımaktadır. Buradan kasıt okuyan kişinin doğru okuması, aynı zamanda Kuran-ı Kerim’de yazım yanlışı varsa onun tespiti amaçlanmaktadır. Doğru okumak, telaffuzu doğru çıkarmak, mananın önüne geçmiş, içeriğin analizi, harfin doğru yazımına ve doğru telaffuzuna kurban edilmiştir.
Hatta bu kültürün varlığı yabancı dil öğretimi anlayışımız üzerinde etkisi olmuş, yıllardır bu anlayıştan bir türlü kurtulma şansımız olmamıştır. Eski dönemlerde Kuran-ı Kerim’in ve hadislerin doğru şekilde anlaşılması ve tercüme edilmesi için o dilin gramer kurallarının öğretimine çok büyük önem verilmiş, bir dilin gramer kurallarını öğrenmenin onun dilbilgisi kurallarını öğrenmekle yeterli olacağı görüşü hakim olmuştu. Bu yüzden dildeki konuşma, yazma, dinleme becerileri ihmal edilerek bugünkü dil öğretimi anlayışımızın temeli atılmıştır ve hâlâ günümüzde bu anlayış ile dil öğretimine devam edilmektedir.
Matbaa ile birlikte yayınevlerinin devreye girmesi ile şahısların yerini yayınevleri almış, kitap tensih (kopyalama)etme işi şahıslardan kurumlara geçer olmuştur. Bugün akademik çalışma adı altında sadece harflerin doğru okunması ve şeklinin değiştirilmesi ile yapılan çalışmalar miadını doldurmak üzeredir. Elbette yapılan her çalışma büyük bir emeğin ve dikkatin ürünüdür ve saygıya değerdir. Fakat akademik çalışma bir üretim safhasıdır kişinin kendi gelişimine kısmen faydasının dışında başka bir işe yaramayan ve hemen hemen birbirinin benzeri olan bu çalışmaların daha ötesine geçme zamanı gelmiştir.
Yazma, akademik hayatın çok önemli bir safhasıdır. Eski dönemde yazılmış belki içeriğin de akademik olarak fazla bir kıymet olmayan bir eseri doğru nakletme çabası, genç akademisyenlerin kendilerini geliştirme adına bazen büyük bir engel olmaktadır. Akademisyenler bu çaba yerine daha çok okumanın, daha çok yorum yapmanın ve daha çok yazmanın peşinden koşmalıdırlar.