
Ortaçağ’da skolastik düşünceye sahip olanlar, felsefeyi teolojiden ayırmaya çalışırken teolog tarafları ağır basıyor, bu yüzden de felsefeyi dinin varlığını açıklaması- ispatı- için araç olarak kullanıyorlardı. İlim peşinde olanlar, ileri düzeyde araştırma yapmak, bilgi üretmek, yeni görüşler ortaya atmak yerine, öncekilerin yazmış olduğu, hakikati barındırdığı söylenen bilgileri öğrencilere aktarmak amacı gütmekteydiler.
Bu anlayışın benzeri İslam aleminde de geçerli idi. Osmanlı uleması telif bir eser yazma yerine daha önce yazılmış eserlerin çevirisi, şerhi veya tasnifi ile uğraşmışlardır. 14. ile 16. yüzyıl arasında Osmanlı uleması tarafından 256 eser yazıldığı, bu kitapların % 86,3’üne karşılık gelen 221 kitap daha önce yazılmış olan değişik eserlerin şerh, haşiye, talik, tasnif ve çevirisinden ibaret olduğu, diğer %13,7’sini oluşturan 35 kitabın ise telif olduğu görülmüştür.
Bu anlayış çerçevesinde gelişen eğitimde aklını kullanan, araştıran, soru soran öğrenci yerine, kafasını bilgi ile dolduran, ezber yapan, geçmişin ürettiği kitabi bilgileri aklında tutan öğrenciler iyi öğrenci vasfını oluşturmuştu.
Ezber yüklemesi üzerine gelişen bu sistemde hocalar da geçmişin bilgi birikimini öğrencilere aktarmakla kendilerini görevli sanmış, bilgiyi ezberleyen kişiler aynı zamanda âlim sıfatına ulaştıkları için akademik kültür, araştıran kişilerin vasfı olmaktan çıkarak, bilgiyi toplayan kişinin çevresinde gelişmiştir.
Üniversitenin içinde bile eleştirel düşüncenin pratiğe dönüşmesinden duyulan korku ve bu korkunun oluşturmuş olduğu baskı, ilim meclislerinin içine düşmüş oldukları fikri sabitliğin temelini oluşturmuş, bu ortamda bilgi üretiminin oluşması için oluşturulacak altyapının kurulması bile uzun bir zaman dilimini gerekli kılmıştır.
Bu bağlamda müderris tanımlaması ders veren, dersi işleyen kişi için kullanılmaktaydı. Yani hocanın dersi vermekle yükümlü olduğu, toplumun kültür kodlarını aktarıcı yapısı ön plana çıkmakta, talebe de, akıl almayı değil; bilgi almayı, bilgilenmeyi, bir nevi ezberi talep eden kişi sıfatını taşıyordu. Bilgi, üretilen zenginlik değil, tekrarlanan ve tüketilen bir kavram ağına dönüşmekteydi.
Bilginin talep edilmeden ziyade, yeni alanlara aktarılmaya ihtiyacı vardır. Bilgiler arasında (nöronlar) bağ kurma kapasitesi zekânın göstergesi olduğuna göre, zekânın olgular arasında bağ kurma kapasitesinin geliştirilmesi gerekmektedir. İnsanın birçok bilgiyi ezberinde tutma imkânı yoktur. Türkiye’de geçen yıl 47 binden fazla kitap basılmıştır. Google da ise on beş milyar sahifeden fazla bilgi vardır. O zaman bu bilgilerin çok iyi tasnif edilip yeni alanlara da uygulanma ihtiyacı vardır. Bu şartlar altında üniversitelerin öğrencilere ezber yüklemesinden ziyade aklı kullanmayı, soru sormayı, araştırmayı, ilgili kaynaklara çabuk ulaşmayı, eleştirel bakmayı ve yeni bilgiler üretmeyi öğretmesi gerekmektedir.
Günümüz dünyasında üniversiteler, bilgi aktarılan, (orta çağ üniversiteleri) akademik yayın yapılan, proje yapılan üniversiteler olarak ayrılmış, proje (patent) üretilen üniversiteler ise birinci sınıf üniversite statüsüne sahip olmuşlardır. Bu nedenle üniversitenin birinci amacı bilgi üretmek, hocanın görevi de araştırma yapmak olmuştur.
Türkiye’de bazı üniversiteler bilgi üretmek kastı ile değil, şehir içindeki para döngüsünü hızlandırmak amacı ile kurulmakta ve bu durumdaki üniversiteler zamanla devletin sırtında kambur olan KİT’lere dönüşmektedir.
Üniversitelerin sadece ilim aktarılan bir kurum olmaktan hızlı bir şekilde uzaklaşarak bilimin üretildiği merkezlere dönüşmesi gerekmektedir.
Bu anlayışın benzeri İslam aleminde de geçerli idi. Osmanlı uleması telif bir eser yazma yerine daha önce yazılmış eserlerin çevirisi, şerhi veya tasnifi ile uğraşmışlardır. 14. ile 16. yüzyıl arasında Osmanlı uleması tarafından 256 eser yazıldığı, bu kitapların % 86,3’üne karşılık gelen 221 kitap daha önce yazılmış olan değişik eserlerin şerh, haşiye, talik, tasnif ve çevirisinden ibaret olduğu, diğer %13,7’sini oluşturan 35 kitabın ise telif olduğu görülmüştür.
Bu anlayış çerçevesinde gelişen eğitimde aklını kullanan, araştıran, soru soran öğrenci yerine, kafasını bilgi ile dolduran, ezber yapan, geçmişin ürettiği kitabi bilgileri aklında tutan öğrenciler iyi öğrenci vasfını oluşturmuştu.
Ezber yüklemesi üzerine gelişen bu sistemde hocalar da geçmişin bilgi birikimini öğrencilere aktarmakla kendilerini görevli sanmış, bilgiyi ezberleyen kişiler aynı zamanda âlim sıfatına ulaştıkları için akademik kültür, araştıran kişilerin vasfı olmaktan çıkarak, bilgiyi toplayan kişinin çevresinde gelişmiştir.
Üniversitenin içinde bile eleştirel düşüncenin pratiğe dönüşmesinden duyulan korku ve bu korkunun oluşturmuş olduğu baskı, ilim meclislerinin içine düşmüş oldukları fikri sabitliğin temelini oluşturmuş, bu ortamda bilgi üretiminin oluşması için oluşturulacak altyapının kurulması bile uzun bir zaman dilimini gerekli kılmıştır.
Bu bağlamda müderris tanımlaması ders veren, dersi işleyen kişi için kullanılmaktaydı. Yani hocanın dersi vermekle yükümlü olduğu, toplumun kültür kodlarını aktarıcı yapısı ön plana çıkmakta, talebe de, akıl almayı değil; bilgi almayı, bilgilenmeyi, bir nevi ezberi talep eden kişi sıfatını taşıyordu. Bilgi, üretilen zenginlik değil, tekrarlanan ve tüketilen bir kavram ağına dönüşmekteydi.
Bilginin talep edilmeden ziyade, yeni alanlara aktarılmaya ihtiyacı vardır. Bilgiler arasında (nöronlar) bağ kurma kapasitesi zekânın göstergesi olduğuna göre, zekânın olgular arasında bağ kurma kapasitesinin geliştirilmesi gerekmektedir. İnsanın birçok bilgiyi ezberinde tutma imkânı yoktur. Türkiye’de geçen yıl 47 binden fazla kitap basılmıştır. Google da ise on beş milyar sahifeden fazla bilgi vardır. O zaman bu bilgilerin çok iyi tasnif edilip yeni alanlara da uygulanma ihtiyacı vardır. Bu şartlar altında üniversitelerin öğrencilere ezber yüklemesinden ziyade aklı kullanmayı, soru sormayı, araştırmayı, ilgili kaynaklara çabuk ulaşmayı, eleştirel bakmayı ve yeni bilgiler üretmeyi öğretmesi gerekmektedir.
Günümüz dünyasında üniversiteler, bilgi aktarılan, (orta çağ üniversiteleri) akademik yayın yapılan, proje yapılan üniversiteler olarak ayrılmış, proje (patent) üretilen üniversiteler ise birinci sınıf üniversite statüsüne sahip olmuşlardır. Bu nedenle üniversitenin birinci amacı bilgi üretmek, hocanın görevi de araştırma yapmak olmuştur.
Türkiye’de bazı üniversiteler bilgi üretmek kastı ile değil, şehir içindeki para döngüsünü hızlandırmak amacı ile kurulmakta ve bu durumdaki üniversiteler zamanla devletin sırtında kambur olan KİT’lere dönüşmektedir.
Üniversitelerin sadece ilim aktarılan bir kurum olmaktan hızlı bir şekilde uzaklaşarak bilimin üretildiği merkezlere dönüşmesi gerekmektedir.