
İnsanız. Çelişki yumağıyız.
Bir yanımız salgından korkuyor, ‘Söz dinle, evde kal ne olursa olsun!’ diyor bize; diğer yanımız kışkırtıyor habire, ‘Sıkıntıdan patladın, nasıl geçireceksin bunca günü evde?..’
Keşke okumak, resim yapmak, beste yapmak, dokumak gibi hobileriniz olsaydı. Nasıl işe yarardı şimdi, değil mi?
Bunu aynen böyle söylediğim bir komşum ‘Ne yapalım, işi gücü bırakıp bütün zamanımızı evde çoluk çocukla mı geçirelim?’ diye çıkıştı bana...
Kızmadım, tıbbi zorunluluk olmasa bir açıdan haklı bile sayılabilirdi:
Öyle ya ‘evinin genel müdürü’ olmak gibi bir iş var mı, kimden-nasıl maaş alacak, sigorta-emeklilik işleri nasıl dönecek?..
Uzun vadede işi gücü bırakıp bütün zamanımızı evde çoluk çocukla geçirmek gibi bir şansımız olmadığını biliyoruz.
Maalesef.
İnsanız. Zorunluluklarımız var.
Ama bir başka açıdan bakınca zamanı daha iyi kullanmak ve psikologların tarif ettiği şekliyle ‘sevdiklerimizle geçirecek daha konsantre zamanlar oluşturmak’ gibi bir şansımız hep vardır.
‘10 saat, bir insanı sevdiğimizi ona kanıtlamaya yeter; ama bu iş 1 saatte olmaz!’ diyebilir miyiz?
Öyle ‘1 saat’, hatta öyle dakikalar vardır ki sevginin en derinini gösterebiliriz karşımızdakine.
Onunla ilgilendiğimizi, onu önemsediğimizi, sorununu kendi sorunumuz kabul ettiğimizi ve çözmek için hayatımızı adadığımızı karşımızdaki insana 60 saniyede bile gösterebiliriz.
Ya da aksine; aynı ortamda, diz dize 10 saat, 10 gün, 10 yıl geçirdiğimiz birine o sıcak, o insani, o yaşamsal mesajı iletmeyi başaramayabiliriz.
Keza; kendimize, hobilerimize, gerçekten yaşamaya da zaman ayırmamız gerekiyor.
Kendimize de yaşadığımıza ve yaşıyor oluşumuzun önemli olduğuna dair mesajlar vermeliyiz.
İçimizdeki insan, bu mesajdan mutlaka etkilenir…
Ne diyordu Pablo Neruda:
“Yavaş yavaş ölürler
Seyahat etmeyenler
Yavaş yavaş ölürler.
Okumayanlar, müzik dinlemeyenler
Vicdanlarında hoşgörüyü barındıramayanlar
Yavaş yavaş ölürler.
Alışkanlıklarına esir olanlar,
Her gün aynı yolları yürüyenler,
Ufuklarını genişletmeyen ve değiştirmeyenler,
Elbiselerinin rengini değiştirme riskine bile girmeyenler,
Bir yabancı ile konuşmayanlar
Yavaş yavaş ölürler.
Heyecanlardan kaçınanlar
Tamir edilen kırık kalplerin
Gözlerindeki pırıltıyı görmek istemekten kaçınanlar
Yavaş yavaş ölürler.
Aşkta veya işte bedbaht olup yön değiştirmeyenler
Rüyalarını gerçekleştirmek için risk almayanlar
Hayatlarında bir kez dahi
Mantıklı tavsiyelerin dışına çıkmamış olanlar
Yavaş yavaş ölürler”
***
Asıl adı Neftali Ricardo Reyes Basoaltı olan Şilili büyük şair Pablo Neruda’nın babası demiryollarında çalışan bir işçiydi. Annesiyse ev kadınıydı.
O, yoksul bir ailenin çocuğuydu ve tam da bu yazının başında değindiğim gibi çalışmaktan gecesi gündüzü birbirine karışan babasıyla neredeyse hiç zaman geçirememişti.
Fakat ‘Bir insanın yaşayabileceği en büyük mucize, henüz küçük bir çocukken çok iyi bir öğretmenle karşılaşmaktır’ sözünü doğrularcasına Neruda, çocukluğunda Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Şilili ünlü kadın şair Gabriela Mistral'in öğrencisi olmuştu.
1971 yılında kendisi de öğretmeni gibi Nobel Edebiyat Ödülü kazandı. 20. yüzyılın bütün dünyada en çok tanınan ve kitapları en çok satan şairi Neruda’ydı…
Yeryüzü coşkusunun, aşkın ve insan haklarının büyük şairi, 1974 yılında kansere yenik düştü.
Kanserle mücadele ettiği dönemde de işte bu şiiri yazdı.
Yavaş yavaş ölenlerin, amasız hastalıklarla mücadele edenler değil de aslında yaşamayı beceremeyenler olduğunu anlattı bize.
Şiir diliyle…
Şiirin gerçekliğiyle…
Taşın toprağın bile zorlanmadan anlayacağı biçimde…
***
Biz şimdi başka türlü -ama bu kez küresel çaplı- bir sağlık sınavından geçerken Neruda’yı biraz daha kolay, biraz daha iyi anlayabilir miyiz acaba?
Bir yanımız salgından korkuyor, ‘Söz dinle, evde kal ne olursa olsun!’ diyor bize; diğer yanımız kışkırtıyor habire, ‘Sıkıntıdan patladın, nasıl geçireceksin bunca günü evde?..’
Keşke okumak, resim yapmak, beste yapmak, dokumak gibi hobileriniz olsaydı. Nasıl işe yarardı şimdi, değil mi?
Bunu aynen böyle söylediğim bir komşum ‘Ne yapalım, işi gücü bırakıp bütün zamanımızı evde çoluk çocukla mı geçirelim?’ diye çıkıştı bana...
Kızmadım, tıbbi zorunluluk olmasa bir açıdan haklı bile sayılabilirdi:
Öyle ya ‘evinin genel müdürü’ olmak gibi bir iş var mı, kimden-nasıl maaş alacak, sigorta-emeklilik işleri nasıl dönecek?..
Uzun vadede işi gücü bırakıp bütün zamanımızı evde çoluk çocukla geçirmek gibi bir şansımız olmadığını biliyoruz.
Maalesef.
İnsanız. Zorunluluklarımız var.
Ama bir başka açıdan bakınca zamanı daha iyi kullanmak ve psikologların tarif ettiği şekliyle ‘sevdiklerimizle geçirecek daha konsantre zamanlar oluşturmak’ gibi bir şansımız hep vardır.
‘10 saat, bir insanı sevdiğimizi ona kanıtlamaya yeter; ama bu iş 1 saatte olmaz!’ diyebilir miyiz?
Öyle ‘1 saat’, hatta öyle dakikalar vardır ki sevginin en derinini gösterebiliriz karşımızdakine.
Onunla ilgilendiğimizi, onu önemsediğimizi, sorununu kendi sorunumuz kabul ettiğimizi ve çözmek için hayatımızı adadığımızı karşımızdaki insana 60 saniyede bile gösterebiliriz.
Ya da aksine; aynı ortamda, diz dize 10 saat, 10 gün, 10 yıl geçirdiğimiz birine o sıcak, o insani, o yaşamsal mesajı iletmeyi başaramayabiliriz.
Keza; kendimize, hobilerimize, gerçekten yaşamaya da zaman ayırmamız gerekiyor.
Kendimize de yaşadığımıza ve yaşıyor oluşumuzun önemli olduğuna dair mesajlar vermeliyiz.
İçimizdeki insan, bu mesajdan mutlaka etkilenir…
Ne diyordu Pablo Neruda:
“Yavaş yavaş ölürler
Seyahat etmeyenler
Yavaş yavaş ölürler.
Okumayanlar, müzik dinlemeyenler
Vicdanlarında hoşgörüyü barındıramayanlar
Yavaş yavaş ölürler.
Alışkanlıklarına esir olanlar,
Her gün aynı yolları yürüyenler,
Ufuklarını genişletmeyen ve değiştirmeyenler,
Elbiselerinin rengini değiştirme riskine bile girmeyenler,
Bir yabancı ile konuşmayanlar
Yavaş yavaş ölürler.
Heyecanlardan kaçınanlar
Tamir edilen kırık kalplerin
Gözlerindeki pırıltıyı görmek istemekten kaçınanlar
Yavaş yavaş ölürler.
Aşkta veya işte bedbaht olup yön değiştirmeyenler
Rüyalarını gerçekleştirmek için risk almayanlar
Hayatlarında bir kez dahi
Mantıklı tavsiyelerin dışına çıkmamış olanlar
Yavaş yavaş ölürler”
***
Asıl adı Neftali Ricardo Reyes Basoaltı olan Şilili büyük şair Pablo Neruda’nın babası demiryollarında çalışan bir işçiydi. Annesiyse ev kadınıydı.
O, yoksul bir ailenin çocuğuydu ve tam da bu yazının başında değindiğim gibi çalışmaktan gecesi gündüzü birbirine karışan babasıyla neredeyse hiç zaman geçirememişti.
Fakat ‘Bir insanın yaşayabileceği en büyük mucize, henüz küçük bir çocukken çok iyi bir öğretmenle karşılaşmaktır’ sözünü doğrularcasına Neruda, çocukluğunda Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Şilili ünlü kadın şair Gabriela Mistral'in öğrencisi olmuştu.
1971 yılında kendisi de öğretmeni gibi Nobel Edebiyat Ödülü kazandı. 20. yüzyılın bütün dünyada en çok tanınan ve kitapları en çok satan şairi Neruda’ydı…
Yeryüzü coşkusunun, aşkın ve insan haklarının büyük şairi, 1974 yılında kansere yenik düştü.
Kanserle mücadele ettiği dönemde de işte bu şiiri yazdı.
Yavaş yavaş ölenlerin, amasız hastalıklarla mücadele edenler değil de aslında yaşamayı beceremeyenler olduğunu anlattı bize.
Şiir diliyle…
Şiirin gerçekliğiyle…
Taşın toprağın bile zorlanmadan anlayacağı biçimde…
***
Biz şimdi başka türlü -ama bu kez küresel çaplı- bir sağlık sınavından geçerken Neruda’yı biraz daha kolay, biraz daha iyi anlayabilir miyiz acaba?