Bugün benim doğum günüm...
Aynı zamanda bahar mevsiminin sonu… Ben, bu ‘son günün’ son dakikalarında, gece yarısına çeyrek kala başlamışım dünya serüvenime.
Ve hep deriz ya ‘Yıllar ne çabuk geçmiş’ diye…
Benim hikâyem de öyle işte; bir çırpıda kırkı buluvermişim:
Çocukluğum…
Ondan geriye sadece ve sadece güzel anılar, güzel yüzler, güzel sözler kaldı. Babamın doğuda bir köyden öbürüne uzayan öğretmenliği, mahrumiyet içindeki köyler ama tertemiz yürekleriyle, yardımseverlikleriyle elinde avucunda ne varsa hepsini misafirine sunmaya hazır, yoksul fakat tok, iyimser, ümitvar, kanaatkâr köylüler…
Hayatımın önsözü köylü dostlarımın el yazılarıyla yazılmıştır diye hep iftihar ederim.
Bir de şu yukarıdaki paragrafta ‘mahrumiyet’ diye nitelendirdiğim şeyin sadece elektriğin, yolun, vergi dairelerinin, banka şubelerinin yokluğunu ifade ettiğini bilmenizi isterim. O ‘basit’ eksikliklerin dışında yaşadığım bütün köyleri fikrin ve duygunun yokluğundan, medeniyetsizlikten tenzih ederim.
Müziğin, halk danslarının, söylencelerin, ortaoyununun, edebiyatın, tiyatronun, imecenin ve kooperatifleşmenin en güzel örneklerini ben köylerde gördüm. Dolayısıyla medeniyetin, esas oralarda yeşerdiğini -ya da önce oralarda yeşermesi gerektiğini- bilenlerdenim.
Köyler boşalıyor diye ben bu yüzden efkârlanırım.
Gençliğim…
Yatılı okuldaki kardeşlerimle kol kola, hayata tutunma ve kendimi gerçekleştirme mücadelemden ibarettir gençlik çağım. Erzurum Lisesi günlerimin bütün ayrıntıları, oldukça çetin bir ‘mücadelenin’ yörüngesinde biçimlenir. Ailelerimizin yanımızda olmayışından kaynaklanan büyük boşluğu birbirimizle doldurduğumuz; birbirimize anne, baba, kardeş olduğumuz; bunun sonucunda erkenden çoluk çocuk sahibi büyük adamlara dönüştüğümüz günler…
O çağın her bir günü, bugünkü hayatımda beni ileriye itekler, bana direnç telkin eder; ama gel gör ki aslında hayatlarımızda kökleri o günlere uzayan hiçbir boşluğu tam olarak dolduramadığımızı ve dolayısıyla gençliğimizin, bunca kazanca rağmen, önemli eksiklikler üzerine oturduğunu ancak şimdi anlayabiliyorum.
Devasa obrukların üzerine oturtulmuş mütevazı evler ya da gösterişli apartmanlar gibiyiz her birimiz.
Büyük göçükler yaşamamız an meselesi…
Gençlik çağımdan sonraki hayatımsa iki bölümlük bir film gibi:
Birinci bölüm: Kendime ait bir hayat kurma çabam ve baba olduğumu sanmam…
İkinci bölüm: Gerçekten baba olmam ve kendime ait bir hayat kurmam…
2013 güzünde babamı kaybedişim, ilk bakışta aynı şeylermiş gibi gözüken bu iki evreyi birbirinden ayıran olaydır. Milat gibi. Öncesiyle sonrasının ortak yanı ve ikisine de aynı ölçüde anlam katan şeyse, benim için her iki evrede de en baskın etken durumunda olan çocuklarım Doğu ile Doğa…
Onlar ve sevgili eşim Deniz, sadece yeni bir yaşa değil, aslında her yeni güne başlarken bana çocukluğumu, gençliğimi ve sonrasını yeniden ve yeniden düşündürürler. Onları düşündükçe, her gün karşıma çıkması muhtemel onlarca kötülüğü öteye itip hayata bağlanırım.
Tabii bir de uzağımdaki üç kardeşim, annem, birbirinden tatlı yedi yeğenim, kayınvalidem, akrabalarım, yurdun yedi bölgesine dağılmış can dostlarım ve arkadaşlarım var.
Onlar da bana sevdirirler hayatı uzaktan uzağa…
Kısaca, hayatın ya da yazgımın bana verdiklerini çok seviyorum. Sahip olduğum her şey için Allah’a şükrediyorum…
Ama ben, hep kazanan ve sürekli yükseğe tırmanan biri değilim. Kaybettiklerim de var. İnanılmaz düşüşlerim, dibe vuruşlarım…
Mesela…
İnsanlara çok güvenmemin bedelini, 21 yıllık emeğimi bir düzenbaz karı-kocaya kaptırarak ödedim!
Belki kulağa aptalca geliyor; ama Türkiye’de ve yurt dışında 21 yıl çalışarak ne biriktirdiysem hepsini birkaç yıl önce karşıma çıkan ve muhtemelen ‘hukuk sistemimizdeki açıkları çok iyi bilen’ birileri, bir çeşit entrikayla elimden aldı. Dersine girdiğim, daha sonra okul müdürü olduğum öğrencinin anası-babasıydı bunu yapanlar. Kolej velilerdi yani. Bildiğim kadarıyla hâlâ Alanya’dalar ve şimdi de bir şirketleri var, aynı işle uğraşıyorlar.
Özetle, onların ‘yardımsever masum veli’ maskelerinin arkasından verdiği söze sadık kalmayan ve aynı mülkü önce bana, sonra karısına, en nihayet üçüncü bir kişiye satmış, bu sebeple dürüstlüğünü yitirmiş bir müteahhit çıktı ve ben aldatıldığımı anladım; karısının da ‘Etme, bunlar çocuğumuza ömür boyu hatırlayacağı türden başarılar kazandırmış dost saydığımız insanlar!’ demeyip aksine müteahhit kocaya alım-satımda ayak uydurduğunu öğrenince bir kat daha fazla üzüldüm.
Bu gerçekle yüzleştiğimde işten geçmişti tabii...
Hikâyeyi fazla uzatmayayım.
Yargı, yıllar süren çabamın sonunda bana ‘Seninki basit alacak davası’ dese de ben kendi çapımda büyük kaybettim, aldatıldım ve incindim; ama dedim ya eşim ve iki çocuğum, beni hayata her gün yeniden başlatmayı bildiler. Çok şükür! Müteşekkirim onlara…
Ve en nihayet kendi hikâyemde ulaştığım ana fikir şu oldu:
Benim hikâyemdeki ‘kaybeden’, ben değilim. Zira çocuklarım, ileride yaşadıklarımı andıkça muhtemelen ‘ilk bakışta kaybetmiş gibi gözüken’ babaları için içlenecekler, üzülecekler; ama diğer tarafta ‘taahhüdünü yerine getirememiş ve ödeme imkânı olduğu halde borç takmış’ o adamın çocukları ve torunları, servetini ‘başkasına ait parayla, kul hakkı yiyerek artırmış’ müteahhit (?) babalarının veya dedelerinin sicilini hatırladıkça muhtemelen kendilerine geçmiş ya da geçecek mirastan, her gün baktıkları aynadan ve her öğün oturdukları sofradan utanacaklar. Entrikayla, acımasızca elimden alınmış varlığımı geri ödemedikçe yuttukları her lokmanın birazı bana ait olacak çünkü…
Bilmiyorum ama belki de böyle olmaz. Emeğimi, varlığımı elimden alıp sonra da ‘Git şirketten al’ diye inkâr edenler, insan olduklarını, evlat yetiştirdiklerini anımsayıp gelirler, benimle helalleşirler.
Vicdanlarını ezen bu utançtan kurtulurlar belki.
Kapım açık…
Yazının en başında ‘Bazen kaybedince kazanırsın’ deyişim bundandı.
Ben, kaybettiğim halde kazandım…
O, ilk bakışta bir mülkü iki kişiye satarak daha fazla para kazanmış gibi göründüğü halde, aslında büyük kaybetti. Zira ben bu dünyanın hesabından geçtim artık; ama bir de öteki dünya var. Oranın mahkemesi çok büyük. Kanunu tavizsiz. Yaptırımı kat’i…
Helal edilmemiş kul hakkı var işin son noktasında!
Şimdi, hikâyemin son paragrafını yazarken bana ‘Başkalarına hâlâ güveniyor musunuz?’ diye sorarsanız…
‘Kesinlikle evet; kapım hep açık!’ derim.
Hâlâ çok güveniyorum insanlara. Bir kötü gerekçeye karşın yüz bin tane iyi sebebim var bunun için…
***
Başrollerini Robin Williams ile Anabella Sciorra’nın paylaştığı 1998 yapımı What Dreams May Come (Aşkın Gücü) adlı filmden alıntıdır ‘Bazen kazandığında kaybetmişsindir ve bazen de kaybedince kazanırsın …’ cümlesi.
Emek hırsızlığından söz ederken intihal yaptığım düşünülmesin diye bu son notu özellikle ekliyorum.
***
Eğer sırf bugün benim doğum günüm diye sizi kendi hikâyemle meşgul ettiysem özür dilerim. Anlattıklarımı unutun gitsin.
Yarın yaz başlıyor…
Hayatınıza sadece iyi hikâyeler ekleyecek ferah ve huzur dolu bir mevsim yaşamanızı dilerim.