İnsan hikayelerinin arasından geçiyoruz her gün…
Hayatın içinde olduğumuz her zaman…
Daracık sokaklardaki, dehlizlerle tuzaklanmış upuzun caddelerdeki sıradan insanların her biri, ilginç bir hikayenin baş kişisi aslında… Hani saçını, tenini, bedenini gördüğümüz ama ötesini düşünmeye pek de zaman ayıramadığımız ve yani durup seyredemediğimiz, bir kuru merhabasına vasıl olamadığımız insanlar var ya…
Onların hikayeleri…
Kadınların ve erkeklerin hikayeleri…
O kalabalığın içinden bir baba, bu yıl liseden mezun olan kızını üniversiteye kaydettirebilmenin hesabını yapıyor… Korkunç bir sınav enkazının üzerinde, sel gibi; geleceğe değen yığınla nesneyi, bir sürü şeyi sürükleyerek ama sadece bir şeye, umuda tutunarak doğudaki bir kasabadan bir kıyı kentine doğru usulca akıyor onun hikayesi…
Kalabalığın içinde biri var…
Oğlunun birini asker, birini polis etmiş bir ana…
Oğulları için yedi yıldır her gün, esenlik duası için uyanıyor tan vakti. Uykuları zaten her gece bin kere bölünüyor ve yüzünü yıldızlara çeviriyor…
Her daim üç-beş nöbetinde…
Ve beş vakit nizamiyelerde aklı. İçine, yüreğine, dualarına gireni çıkanı kolluyor. Tankların önüne yatmak için ana yüreği…
Sokaktan birinin kardeşi Van’a gelin gitti.
Bir daha ya döner ya dönmez memlekete…
Geride bıraktığı bütün hatıra, kavakların arasındaki bir evde çarçabuk tükenmiş çocukluktan ve ağaca asılı kalmış boş bir kafesten ibaret…
***
İnsan hikayeleri güzel…
Her şeye rağmen güzel; çünkü ümit var!
Kuşkulu, kaygılı, heyecanlı, ürkek, kalabalıklar içerisinde yitip gitmiş insanların hikayeleri… Acıklı, hüzünlü, ümitvar, karmaşık ve sonuçta her zaman ilgiyi hak eden hikayeler…
Ana fikri ne olursa olsun, sokakta aralarından geçtiğimiz ten kokulu hikayelerin her birinin insanca güzelliği var. Bütün hak edişler, bundan işte…
Tutunmalı böyle hikayelere…
Durup uzun uzun seyretmeli insanları. Bir yerde duraksamaya da vakit ayırmalı insan, onca koşturmanın içinde. Satırları, sözcükleri ve en çok da sözler arasındaki boş yerleri, seslerden çok esleri çözmeye çalışmalı…
Kimbilir neler gizli o susuşlarda…
Platonik sevdalar, yarım kalmış aşklar, kötü bitmiş şeyler, ertelenmiş itiraflar ve yıkıntılar…
7,4’lük tartışmaların ve ayrılıkların geride bıraktığı yıkıntılar, enkazlar, molozlar…
Hayat hep güzellikler sunmaz ya insana! İşte öyle şeyler…
Ama iyi hayatlar, talihle talihsizlik arasında salınan bu tuhaf karışımdan çoğalır her zaman. Tabii çekirdeğinde, genetik kodlarında iyilik nânıma çoğalmak yazılıysa…
Yoksa durum ‘fena’!
Hikaye baştan sona değişir.
***
Sokakta omzumuza sürtünerek geçen insanların birbirine hiç benzemeyen hikayelerine dikkat etmek lazım. Onlardan bir mesaj çıkarmak gibi bir iştiyâkımız olmalı.
Hayır, iştiyâk (eğilim, temayül) değil, bir oyun belki de…
Çelik-çomak gibi, ‘insan-çomak’…
Sudoku gibi, ‘insandoku’…
Böyle oyunlar, bizi yeniden çocukluğa ve çocuk saflığına götürebilir.
İçine düşürüldüğümüz bütün kirli oyunları, pusuları, entrikaları daha çabuk çözmemize yarayabilir.
‘Hayat bilgisi’ odur işte!
Şu hayatta bir numaralı derdimiz, ‘başkalarının farkına varan ve onları hesaba katan iyi insanlar arasında yer almak’ olmalı…
Ki her çeşit tufanı, insanı yaptıklarıyla -veya elinde imkân olduğu halde yapmadıklarıyla- yüz yüze getiren bir hesaplaşma sessizliğinin izlediğini bilelim…
Ki kalabalığın bizi yuttuğu yerde elimizden tutacak birinin var olduğunu bilelim, kendimiz dışında birinden medet umabilelim…
Ve sırtımızı dağ gibi, hukuk gibi, millet gibi, devlet gibi kudretli bir şeye yasladığımız hissini tadabilelim.
Hayatın içinde olduğumuz her zaman!
Hayatın içinde olduğumuz her zaman…
Daracık sokaklardaki, dehlizlerle tuzaklanmış upuzun caddelerdeki sıradan insanların her biri, ilginç bir hikayenin baş kişisi aslında… Hani saçını, tenini, bedenini gördüğümüz ama ötesini düşünmeye pek de zaman ayıramadığımız ve yani durup seyredemediğimiz, bir kuru merhabasına vasıl olamadığımız insanlar var ya…
Onların hikayeleri…
Kadınların ve erkeklerin hikayeleri…
O kalabalığın içinden bir baba, bu yıl liseden mezun olan kızını üniversiteye kaydettirebilmenin hesabını yapıyor… Korkunç bir sınav enkazının üzerinde, sel gibi; geleceğe değen yığınla nesneyi, bir sürü şeyi sürükleyerek ama sadece bir şeye, umuda tutunarak doğudaki bir kasabadan bir kıyı kentine doğru usulca akıyor onun hikayesi…
Kalabalığın içinde biri var…
Oğlunun birini asker, birini polis etmiş bir ana…
Oğulları için yedi yıldır her gün, esenlik duası için uyanıyor tan vakti. Uykuları zaten her gece bin kere bölünüyor ve yüzünü yıldızlara çeviriyor…
Her daim üç-beş nöbetinde…
Ve beş vakit nizamiyelerde aklı. İçine, yüreğine, dualarına gireni çıkanı kolluyor. Tankların önüne yatmak için ana yüreği…
Sokaktan birinin kardeşi Van’a gelin gitti.
Bir daha ya döner ya dönmez memlekete…
Geride bıraktığı bütün hatıra, kavakların arasındaki bir evde çarçabuk tükenmiş çocukluktan ve ağaca asılı kalmış boş bir kafesten ibaret…
***
İnsan hikayeleri güzel…
Her şeye rağmen güzel; çünkü ümit var!
Kuşkulu, kaygılı, heyecanlı, ürkek, kalabalıklar içerisinde yitip gitmiş insanların hikayeleri… Acıklı, hüzünlü, ümitvar, karmaşık ve sonuçta her zaman ilgiyi hak eden hikayeler…
Ana fikri ne olursa olsun, sokakta aralarından geçtiğimiz ten kokulu hikayelerin her birinin insanca güzelliği var. Bütün hak edişler, bundan işte…
Tutunmalı böyle hikayelere…
Durup uzun uzun seyretmeli insanları. Bir yerde duraksamaya da vakit ayırmalı insan, onca koşturmanın içinde. Satırları, sözcükleri ve en çok da sözler arasındaki boş yerleri, seslerden çok esleri çözmeye çalışmalı…
Kimbilir neler gizli o susuşlarda…
Platonik sevdalar, yarım kalmış aşklar, kötü bitmiş şeyler, ertelenmiş itiraflar ve yıkıntılar…
7,4’lük tartışmaların ve ayrılıkların geride bıraktığı yıkıntılar, enkazlar, molozlar…
Hayat hep güzellikler sunmaz ya insana! İşte öyle şeyler…
Ama iyi hayatlar, talihle talihsizlik arasında salınan bu tuhaf karışımdan çoğalır her zaman. Tabii çekirdeğinde, genetik kodlarında iyilik nânıma çoğalmak yazılıysa…
Yoksa durum ‘fena’!
Hikaye baştan sona değişir.
***
Sokakta omzumuza sürtünerek geçen insanların birbirine hiç benzemeyen hikayelerine dikkat etmek lazım. Onlardan bir mesaj çıkarmak gibi bir iştiyâkımız olmalı.
Hayır, iştiyâk (eğilim, temayül) değil, bir oyun belki de…
Çelik-çomak gibi, ‘insan-çomak’…
Sudoku gibi, ‘insandoku’…
Böyle oyunlar, bizi yeniden çocukluğa ve çocuk saflığına götürebilir.
İçine düşürüldüğümüz bütün kirli oyunları, pusuları, entrikaları daha çabuk çözmemize yarayabilir.
‘Hayat bilgisi’ odur işte!
Şu hayatta bir numaralı derdimiz, ‘başkalarının farkına varan ve onları hesaba katan iyi insanlar arasında yer almak’ olmalı…
Ki her çeşit tufanı, insanı yaptıklarıyla -veya elinde imkân olduğu halde yapmadıklarıyla- yüz yüze getiren bir hesaplaşma sessizliğinin izlediğini bilelim…
Ki kalabalığın bizi yuttuğu yerde elimizden tutacak birinin var olduğunu bilelim, kendimiz dışında birinden medet umabilelim…
Ve sırtımızı dağ gibi, hukuk gibi, millet gibi, devlet gibi kudretli bir şeye yasladığımız hissini tadabilelim.
Hayatın içinde olduğumuz her zaman!