Tolga Gümüşay adını edebiyat sanatıyla, özellikle de hikâye türüyle ilgilenen okurlarım mutlaka duymuştur.
Günümüz Türk edebiyatının dikkat çeken isimlerinden biri olan yazar, genç kuşağı ‘içinden haber geçen hikâyelerle’ besliyor.
Günışığı Kitaplığı’ndan ve Altın Kitaplar Yayınevi’nden çıkmış yapıtları, gözlemleyebildiğim kadarıyla özellikle 10-18 yaş aralığındaki gençlerin başucu kitapları arasına girmiş durumda; bununla birlikte ona ulaşmanın en kestirme yolu, okurlarıyla doğrudan etkileşim kurmasına da olanak tanıyan internet sayfasından geçiyor:
karelioykuler.com
***
Ben de dahil olmak üzere bütün sadık okurları, onun metinlerini bir çırpıda okunup geçilen alelâde kısa metinler olarak görmeyiz. Biz, o metinere dalarız ve bazen kendimizi, bazen hiç tanımadığımız birini o gizemli, o ilerledikçe büyüyen kuyuda, hayatımızı derinden etkilemiş -ya da gelecekte, nasılsa bir biçimde etkileyecek- bundan ötürü ‘bizimle doğrudan ilgili’ bir olayın, gözden kaçmış önemli bir gelişmenin -dolayısıyla dikkate değer bir haberin- baş kişisi, kahramanı ya da tanığı olarak buluruz…
Hikâyelerinin içinden haber geçtiğini düşünmem işte bu yüzdendir.
Altını çizdiğim ayrıntı, bir yazara ilgi duymak için çok geçerli bir neden.
Ama ben Tolga Gümüşay’a sadece bu nedenle değil, başka birkaç nedenden ötürü de ilgi duyuyorum.
Birincisi; ortak malzemelere eğiliyoruz. Başka bir deyişle, kararlaştırılmamış, rastlantısal biçimde oluşmuş, onun haberdâr bile olmadığı bir ortaklığımız var. Tolga Gümüşay, içinden haber geçen harika hikâyeler yazarken ben, ‘klasikleşen Türkiye haberlerini, içinden farklı insan hikâyeleri geçirerek’ sıkıcılıktan azıcık kurtarmaya çalışıyorum. Haberler -hayata ilişkin kısa, çarçabuk unutulan şeyler- ve hikâyeler -hayata yansıyan etkisi aslında çok uzun süren anlatılar- bizi önceden randevulaşmadığımız kuytularda sık sık buluşturuyor.
İkinci neden, hem Tolga Gümüşay’ın hem de benim, aynı yıllarda Erzurum’da yatılı öğrenci olarak bulunmuş olmamız. Çocukken tanışmış olmamız…
Havuzbaşı’nda yollarımız kesişmişti: O, Erzurum Anadolu Lisesi’nde öğrenciydi, ben Erzurum Lisesi’nde; dahası, ikimiz de Oltu’da oturuyorduk…
Otuz yılı aşkın zamandır hiç unutamadığım bir Oltu-Erzurum yolculuğunda, eski bir 302’nin şöför arkası koltuğunda Tolga ile düşlediğimiz fantastik senaryo; onun bana Türkiye’de 1982 Eylül’ünde gösterime girmiş -o gün itibariyle henüz seyretmediğim- Rocky-1 filmini inanılmaz betimlemelerle anlatışı ve ‘Eye of The Tiger’ı mırıldanışı…
Kaç fâni, geleceğin büyük bir yazarından, ‘filmi aşan bir film özeti’ dinleme bahtiyarlığı yaşamıştır?
Ben yaşamıştım.
Tolga sayesinde…
Belleğimi biraz zorlasam üçüncü, dördüncü, belki beşinci nedeni de bulabilirim. Onun gibi ışıltılı bir yazarla kuşkusuz herkes ortak noktalara sahip olmak ister.
Fakat benim esas altını çizmek istediğim gerçek, Tolga Gümüşay’ın da ‘yolu bir vakit Erzurum’a düşmüş büyük edebiyatçılar cemiyeti’ne mensup olduğu.
Ahmet Hamdi Tanpınar gibi…
Kemalettin Kamu gibi…
Mehmet Kaplan gibi…
Refik Durbaş gibi…
Cahit Zarifoğlu gibi…
Nurullah Genç gibi…
Nazan Bekiroğlu gibi…
Mahmut Şahin gibi…
Tabii bu durum, dostum Tolga Gümüşay, hocam Nazan Bekiroğlu, pîrim Mahmut Şahin veya diğer edebiyatçılar için olduğu kadar, Erzurum için de büyük onur kaynağıdır.
Onlar, muhtemelen memleketimin kültür zenginliğinden beslenmiş ya da etkilenmişlerdir; ama Erzurum, o büyük sanatçıları bir süreliğine de olsa konuk ettiği -ve bu yolla gelişimlerine etkidiği- için Anadolu’daki herhangi bir kentin başka yollarla elde edebileceğinden çok daha fazla ‘yüksek değere haiz anı ve prestij’ kazanmıştır …
Bu prestiji bir çeşit kent kariyerine, dolayısıyla toplum kültürünü olumlu etkileyebilecek bir itici motora dönüştürmek ve kentin yarınlarında ‘duvarları olmayan bir okul’ gibi kullanmak ise Erzurum’u yönetenlere düşüyor.
***
Hatıralar Mezarlığı adlı hikâyesinde “Bir şehrin ne kadar çok binası yıkılırsa insanı o kadar duyarsızlaşır. Yaşanmışı hor görmektir yıkmak. Yüzleşmeyi, öğrenmeyi, hissetmeyi, paylaşmayı reddetmek…
Değiştirmeyi, anlamaya yeğlemek…
Uygarlık okyanusunun parçası olmayı beğenmeyip kendini güdük bir başlangıcın kralı ilan etmek. ‘Her şeye yeniden başlayınca mutlu olacağını’ sanmak…
Mutlu olduğunu sandığı yabancılardan kopyaladığı bir yapının benliğindeki boşlukları dolduracağına inanmak…” diye tarif ediyor Tolga Gümüşay.
Neyi tarif ediyor; yozlaşmayı mı, dehşetli yalnızlığımızı ya da yinelenen yanılgılarımızı mı?
Yanıtı siz verin…
Ama önce okuyun!
Yolu bir zamanlar Erzurum’dan geçmiş Tolga Gümüşay’ın insanlara anlattığı hikâyeleri, onlardan hiç olmazsa birini okuyun.
Sonra yanıt verin.
Günümüz Türk edebiyatının dikkat çeken isimlerinden biri olan yazar, genç kuşağı ‘içinden haber geçen hikâyelerle’ besliyor.
Günışığı Kitaplığı’ndan ve Altın Kitaplar Yayınevi’nden çıkmış yapıtları, gözlemleyebildiğim kadarıyla özellikle 10-18 yaş aralığındaki gençlerin başucu kitapları arasına girmiş durumda; bununla birlikte ona ulaşmanın en kestirme yolu, okurlarıyla doğrudan etkileşim kurmasına da olanak tanıyan internet sayfasından geçiyor:
karelioykuler.com
***
Ben de dahil olmak üzere bütün sadık okurları, onun metinlerini bir çırpıda okunup geçilen alelâde kısa metinler olarak görmeyiz. Biz, o metinere dalarız ve bazen kendimizi, bazen hiç tanımadığımız birini o gizemli, o ilerledikçe büyüyen kuyuda, hayatımızı derinden etkilemiş -ya da gelecekte, nasılsa bir biçimde etkileyecek- bundan ötürü ‘bizimle doğrudan ilgili’ bir olayın, gözden kaçmış önemli bir gelişmenin -dolayısıyla dikkate değer bir haberin- baş kişisi, kahramanı ya da tanığı olarak buluruz…
Hikâyelerinin içinden haber geçtiğini düşünmem işte bu yüzdendir.
Altını çizdiğim ayrıntı, bir yazara ilgi duymak için çok geçerli bir neden.
Ama ben Tolga Gümüşay’a sadece bu nedenle değil, başka birkaç nedenden ötürü de ilgi duyuyorum.
Birincisi; ortak malzemelere eğiliyoruz. Başka bir deyişle, kararlaştırılmamış, rastlantısal biçimde oluşmuş, onun haberdâr bile olmadığı bir ortaklığımız var. Tolga Gümüşay, içinden haber geçen harika hikâyeler yazarken ben, ‘klasikleşen Türkiye haberlerini, içinden farklı insan hikâyeleri geçirerek’ sıkıcılıktan azıcık kurtarmaya çalışıyorum. Haberler -hayata ilişkin kısa, çarçabuk unutulan şeyler- ve hikâyeler -hayata yansıyan etkisi aslında çok uzun süren anlatılar- bizi önceden randevulaşmadığımız kuytularda sık sık buluşturuyor.
İkinci neden, hem Tolga Gümüşay’ın hem de benim, aynı yıllarda Erzurum’da yatılı öğrenci olarak bulunmuş olmamız. Çocukken tanışmış olmamız…
Havuzbaşı’nda yollarımız kesişmişti: O, Erzurum Anadolu Lisesi’nde öğrenciydi, ben Erzurum Lisesi’nde; dahası, ikimiz de Oltu’da oturuyorduk…
Otuz yılı aşkın zamandır hiç unutamadığım bir Oltu-Erzurum yolculuğunda, eski bir 302’nin şöför arkası koltuğunda Tolga ile düşlediğimiz fantastik senaryo; onun bana Türkiye’de 1982 Eylül’ünde gösterime girmiş -o gün itibariyle henüz seyretmediğim- Rocky-1 filmini inanılmaz betimlemelerle anlatışı ve ‘Eye of The Tiger’ı mırıldanışı…
Kaç fâni, geleceğin büyük bir yazarından, ‘filmi aşan bir film özeti’ dinleme bahtiyarlığı yaşamıştır?
Ben yaşamıştım.
Tolga sayesinde…
Belleğimi biraz zorlasam üçüncü, dördüncü, belki beşinci nedeni de bulabilirim. Onun gibi ışıltılı bir yazarla kuşkusuz herkes ortak noktalara sahip olmak ister.
Fakat benim esas altını çizmek istediğim gerçek, Tolga Gümüşay’ın da ‘yolu bir vakit Erzurum’a düşmüş büyük edebiyatçılar cemiyeti’ne mensup olduğu.
Ahmet Hamdi Tanpınar gibi…
Kemalettin Kamu gibi…
Mehmet Kaplan gibi…
Refik Durbaş gibi…
Cahit Zarifoğlu gibi…
Nurullah Genç gibi…
Nazan Bekiroğlu gibi…
Mahmut Şahin gibi…
Tabii bu durum, dostum Tolga Gümüşay, hocam Nazan Bekiroğlu, pîrim Mahmut Şahin veya diğer edebiyatçılar için olduğu kadar, Erzurum için de büyük onur kaynağıdır.
Onlar, muhtemelen memleketimin kültür zenginliğinden beslenmiş ya da etkilenmişlerdir; ama Erzurum, o büyük sanatçıları bir süreliğine de olsa konuk ettiği -ve bu yolla gelişimlerine etkidiği- için Anadolu’daki herhangi bir kentin başka yollarla elde edebileceğinden çok daha fazla ‘yüksek değere haiz anı ve prestij’ kazanmıştır …
Bu prestiji bir çeşit kent kariyerine, dolayısıyla toplum kültürünü olumlu etkileyebilecek bir itici motora dönüştürmek ve kentin yarınlarında ‘duvarları olmayan bir okul’ gibi kullanmak ise Erzurum’u yönetenlere düşüyor.
***
Hatıralar Mezarlığı adlı hikâyesinde “Bir şehrin ne kadar çok binası yıkılırsa insanı o kadar duyarsızlaşır. Yaşanmışı hor görmektir yıkmak. Yüzleşmeyi, öğrenmeyi, hissetmeyi, paylaşmayı reddetmek…
Değiştirmeyi, anlamaya yeğlemek…
Uygarlık okyanusunun parçası olmayı beğenmeyip kendini güdük bir başlangıcın kralı ilan etmek. ‘Her şeye yeniden başlayınca mutlu olacağını’ sanmak…
Mutlu olduğunu sandığı yabancılardan kopyaladığı bir yapının benliğindeki boşlukları dolduracağına inanmak…” diye tarif ediyor Tolga Gümüşay.
Neyi tarif ediyor; yozlaşmayı mı, dehşetli yalnızlığımızı ya da yinelenen yanılgılarımızı mı?
Yanıtı siz verin…
Ama önce okuyun!
Yolu bir zamanlar Erzurum’dan geçmiş Tolga Gümüşay’ın insanlara anlattığı hikâyeleri, onlardan hiç olmazsa birini okuyun.
Sonra yanıt verin.