‘Yetmişlerin sonunda televizyon ne kadar yararlı idiyse bugün sosyal medya o kadar yararlıdır’ denilebilir. Ben, itiraz etmem buna…
Aynı mantıkla ‘Yetmişlerin sonunda televizyon ne kadar zararlı idiyse bugün sosyal medya o kadar zararlıdır’ da denilebilir. Ben, buna da itiraz etmem.
‘Olur mu öyle şey, birinde edilgendin, diğerinde etkensin; zararı ve yararı aynı olur mu hiç?’ derseniz, aslında bu itirazınızı da haklı bulurum…
O halde?
Biliyoruz; hem televizyon hem sosyal medya -ya da daha geniş bakışla bilgisayar ve internet- tıpkı neşter gibi, tıpkı antibiotik gibi, tıpkı dinamit gibi hayat kurtarabiliyor, acıları dindirebiliyor, uygarlığı geliştiriyor ya da aksine ölümcül olumsuz sonuçlar doğurabiliyor.
Madem bunu biliyoruz o halde bilineni yeniden tarif etmeye gerek yok. Benim henüz bilmediğim ve bu yazı içinde ilerledikçe keşfetmeyi umduğum şey ‘kendi evrimim’…
Kâr-zarar hanesinin dışında, kendi öz hikâyem…
Belki sizin sosyal evriminize, sizin hikâyenize benziyordur.
Kim bilir?
***
Benim kuşağımın trajedisi kelimenin tam anlamıyla ‘benzersizdir’:
Radyodan televizyona, televizyondan bilgisayara, bilgisayardan internete ve internetin dünyayı baştan sona değiştiren yeni yüzüne, sosyal medyaya geçişe tanık olduk biz. Bunların yokluklarını da varlıklarını da yaşadık.
Dünyanın gerçekten ve çok hızlı değiştiğini hissettiren müthiş bir deneyim!
Ve bugün de sürüyor…
Hayatımda ilk kez televizyon gördüğümde altı yaşındaydım. Köy enstitüsü mezunu öğretmen Cihat amcamın evinde, bir öğle vakti gördüğüm o kocaman kutunun gerçekte neye yaradığını anlamam için yayının başladığı akşam saatlerini beklemem gerekmişti. Nur içinde yatsın, amcamın eşi sevgili Gülten Annem, o müthiş hayal gücüyle akşama kadar bana öyle şeyler anlatmış öyle hayaller kurdurmuştu ki bir gözüm televizyonda, bir gözüm kapıda, hiç kıpırdamadan saatlerce beklemiştim.
Merakla televizyona bakıyordum; çünkü öyle bir şeyi daha önce hiç görmemiştim.
Ve yine pürdikkat kapıya bakıyordum; çünkü birazdan gelip bu kutuya girecek, içinde gösteri yapacak ‘minik insanları, cüceleri, cinleri’ kutunun dışındaki halleriyle de görmek istiyordum.
Belki bu da bildiğiniz hikâyedir…
1977…
Oltu…
Milattan önce değil, keşfedilmemiş bir ülke değil…
Benim gibiler ya da bu hikâyeyi, bu yakın geçmişi bilenler için asıl sorun şu:
Nasıl bu kadar hızlı değiştik?
Uyum sağlamayı nasıl becerdik?
Dahası, nasıl oldu da ‘yokluk çağını’ bu kadar çabuk unuttuk?..
Bu soruların yanıtlarını da iyi bildiğiniz varsayarak geçiyorum.
***
Bugün ben, kendimi tanımlarken internet bağlamlı olanaklarıma, ama özellikle ‘sosyal medyaya’ ayrı bir parantez açıyorum.
Mülakatlarda…
Özgeçmişimde…
Dost sohbetlerinde…
Uzaktan aldığım eğitimlerde, öğrencilerimle yazışmalarımda ve genel anlamıyla bütün haberleşmelerimde…
Çünkü kendimi internetin fiber kablosuna sokmaya, o kablonun diğer ucundan metinlerle çıkmaya alıştım.
Bu yol, bu tünel, bu araç, artık vazgeçilmezlerimden biri oldu.
Bir sayfam var, onunla kendi kişisel medyamı ve sosyal ilişkilerimi yönetiyorum.
Üniversite yıllarımda Dergâh’la başlayan yazı-şiir serüvenimi artık bütünüyle bu yeni platformda sürdürüyorum. Kıbrıs’ta, Doğu Akdeniz Üniversitesi’nde çalıştığım ve Ankara’da bir yerel gazeteye yazılar yazdığım 90’lı yılların zorluklarını anımsıyorum; yazdığım yazı, okurla günler sonra buluşuyordu o dönemde. Daktilo, faks, kurşun döküm harfler…
Şimdiyse gece yarısı bitirdiğim yazı, saniyeler sonra, benim gibi uykusuz okurlarımın ekrarına düşüyor.
Ve dakikalar sonra geri dönütleri almış oluyorum…
Bu benim gerçek evrimim…
Bu, benim kuşağımın da evrimi…
O nedenle, bana göre en başarılı, en anlaşılır tarifini Türk Eğitim Derneği Genel Müdürü Sayın Sevinç Atabay’ın yaptığı ‘Endüstri 4.0’ın -ya da başka bir ifadeyle buharın, elektriğin ve dijitalleşmenin getirdiği üç büyük dalgadan sonra eriştiğimiz dördüncü sanayi devriminin- şimdi kendi özgün evrimini deneyimleyen çocuklarımızın hayatında nasıl çığır açacağını çok net biçimde öngörebiliyorum.
Bu evrimin kaçınılmazlığının farkındayım ve kendimi tehdit altındaymış gibi görmüyorum, korkmuyorum.
Paniğe kapılmıyorum.
Ayak uydurabilmeyi umuyorum, onun için çabalıyorum…
Elbette riskleri de öngörebiliyorum:
Özellikle ‘yokluk çağını unutma’ olasılığının benim kuşağımda olduğu gibi, geleceğin kuşaklarında da büyük travmalar, büyük çöküntüler ve bir tür neo-nihilizm, bir çeşit ‘kıymetsizlik duygusu’ doğurabileceğini öngörüyorum.
Bu da elbette iyi bildiğiniz hikâyedir.
Google sayesinde herkes, her konuda böylesine bilgiliyken (!) tehlikelerden ve önlemlerden uzun uzadıya söz edip sıkıcılaşmak istemiyorum.
Ama…
Özellikle eğitimciler; hangi program ya da müfredata eğildiği hiç farketmeksizin, içinden yeni çağın çocuklarının geçeceği bütün okulları kurgulayanlar ve yönetenler; tevazu içinde keşfetmemiz gereken yepyeni, ambalajı açılmamış tehditlerin ve fırsatların farkında olsunlar, bu bize yeter.
***
Bitirirken…
Cihat amcamı ve Gülten annemi bir kez daha sevgiyle, özlemle, rahmetle anıyorum.
Nur içinde yatsınlar.
*: Yazarımız Savaşkan İlmak’ın Ayarsız dergisi Mart-2018 sayısındaki yazısından alıntıdır.
Aynı mantıkla ‘Yetmişlerin sonunda televizyon ne kadar zararlı idiyse bugün sosyal medya o kadar zararlıdır’ da denilebilir. Ben, buna da itiraz etmem.
‘Olur mu öyle şey, birinde edilgendin, diğerinde etkensin; zararı ve yararı aynı olur mu hiç?’ derseniz, aslında bu itirazınızı da haklı bulurum…
O halde?
Biliyoruz; hem televizyon hem sosyal medya -ya da daha geniş bakışla bilgisayar ve internet- tıpkı neşter gibi, tıpkı antibiotik gibi, tıpkı dinamit gibi hayat kurtarabiliyor, acıları dindirebiliyor, uygarlığı geliştiriyor ya da aksine ölümcül olumsuz sonuçlar doğurabiliyor.
Madem bunu biliyoruz o halde bilineni yeniden tarif etmeye gerek yok. Benim henüz bilmediğim ve bu yazı içinde ilerledikçe keşfetmeyi umduğum şey ‘kendi evrimim’…
Kâr-zarar hanesinin dışında, kendi öz hikâyem…
Belki sizin sosyal evriminize, sizin hikâyenize benziyordur.
Kim bilir?
***
Benim kuşağımın trajedisi kelimenin tam anlamıyla ‘benzersizdir’:
Radyodan televizyona, televizyondan bilgisayara, bilgisayardan internete ve internetin dünyayı baştan sona değiştiren yeni yüzüne, sosyal medyaya geçişe tanık olduk biz. Bunların yokluklarını da varlıklarını da yaşadık.
Dünyanın gerçekten ve çok hızlı değiştiğini hissettiren müthiş bir deneyim!
Ve bugün de sürüyor…
Hayatımda ilk kez televizyon gördüğümde altı yaşındaydım. Köy enstitüsü mezunu öğretmen Cihat amcamın evinde, bir öğle vakti gördüğüm o kocaman kutunun gerçekte neye yaradığını anlamam için yayının başladığı akşam saatlerini beklemem gerekmişti. Nur içinde yatsın, amcamın eşi sevgili Gülten Annem, o müthiş hayal gücüyle akşama kadar bana öyle şeyler anlatmış öyle hayaller kurdurmuştu ki bir gözüm televizyonda, bir gözüm kapıda, hiç kıpırdamadan saatlerce beklemiştim.
Merakla televizyona bakıyordum; çünkü öyle bir şeyi daha önce hiç görmemiştim.
Ve yine pürdikkat kapıya bakıyordum; çünkü birazdan gelip bu kutuya girecek, içinde gösteri yapacak ‘minik insanları, cüceleri, cinleri’ kutunun dışındaki halleriyle de görmek istiyordum.
Belki bu da bildiğiniz hikâyedir…
1977…
Oltu…
Milattan önce değil, keşfedilmemiş bir ülke değil…
Benim gibiler ya da bu hikâyeyi, bu yakın geçmişi bilenler için asıl sorun şu:
Nasıl bu kadar hızlı değiştik?
Uyum sağlamayı nasıl becerdik?
Dahası, nasıl oldu da ‘yokluk çağını’ bu kadar çabuk unuttuk?..
Bu soruların yanıtlarını da iyi bildiğiniz varsayarak geçiyorum.
***
Bugün ben, kendimi tanımlarken internet bağlamlı olanaklarıma, ama özellikle ‘sosyal medyaya’ ayrı bir parantez açıyorum.
Mülakatlarda…
Özgeçmişimde…
Dost sohbetlerinde…
Uzaktan aldığım eğitimlerde, öğrencilerimle yazışmalarımda ve genel anlamıyla bütün haberleşmelerimde…
Çünkü kendimi internetin fiber kablosuna sokmaya, o kablonun diğer ucundan metinlerle çıkmaya alıştım.
Bu yol, bu tünel, bu araç, artık vazgeçilmezlerimden biri oldu.
Bir sayfam var, onunla kendi kişisel medyamı ve sosyal ilişkilerimi yönetiyorum.
Üniversite yıllarımda Dergâh’la başlayan yazı-şiir serüvenimi artık bütünüyle bu yeni platformda sürdürüyorum. Kıbrıs’ta, Doğu Akdeniz Üniversitesi’nde çalıştığım ve Ankara’da bir yerel gazeteye yazılar yazdığım 90’lı yılların zorluklarını anımsıyorum; yazdığım yazı, okurla günler sonra buluşuyordu o dönemde. Daktilo, faks, kurşun döküm harfler…
Şimdiyse gece yarısı bitirdiğim yazı, saniyeler sonra, benim gibi uykusuz okurlarımın ekrarına düşüyor.
Ve dakikalar sonra geri dönütleri almış oluyorum…
Bu benim gerçek evrimim…
Bu, benim kuşağımın da evrimi…
O nedenle, bana göre en başarılı, en anlaşılır tarifini Türk Eğitim Derneği Genel Müdürü Sayın Sevinç Atabay’ın yaptığı ‘Endüstri 4.0’ın -ya da başka bir ifadeyle buharın, elektriğin ve dijitalleşmenin getirdiği üç büyük dalgadan sonra eriştiğimiz dördüncü sanayi devriminin- şimdi kendi özgün evrimini deneyimleyen çocuklarımızın hayatında nasıl çığır açacağını çok net biçimde öngörebiliyorum.
Bu evrimin kaçınılmazlığının farkındayım ve kendimi tehdit altındaymış gibi görmüyorum, korkmuyorum.
Paniğe kapılmıyorum.
Ayak uydurabilmeyi umuyorum, onun için çabalıyorum…
Elbette riskleri de öngörebiliyorum:
Özellikle ‘yokluk çağını unutma’ olasılığının benim kuşağımda olduğu gibi, geleceğin kuşaklarında da büyük travmalar, büyük çöküntüler ve bir tür neo-nihilizm, bir çeşit ‘kıymetsizlik duygusu’ doğurabileceğini öngörüyorum.
Bu da elbette iyi bildiğiniz hikâyedir.
Google sayesinde herkes, her konuda böylesine bilgiliyken (!) tehlikelerden ve önlemlerden uzun uzadıya söz edip sıkıcılaşmak istemiyorum.
Ama…
Özellikle eğitimciler; hangi program ya da müfredata eğildiği hiç farketmeksizin, içinden yeni çağın çocuklarının geçeceği bütün okulları kurgulayanlar ve yönetenler; tevazu içinde keşfetmemiz gereken yepyeni, ambalajı açılmamış tehditlerin ve fırsatların farkında olsunlar, bu bize yeter.
***
Bitirirken…
Cihat amcamı ve Gülten annemi bir kez daha sevgiyle, özlemle, rahmetle anıyorum.
Nur içinde yatsınlar.
*: Yazarımız Savaşkan İlmak’ın Ayarsız dergisi Mart-2018 sayısındaki yazısından alıntıdır.