Bazı şeyler, hani sonsuza kadar olmasa da çok uzun zaman -dünyadaki hayatınız sona erdiğinde bile- sizindir; siz var oldukça veya sizden sonra -inşallah- adınız yaşadıkça onlar da yaşarlar:
İyi yürekli biriyseniz eğer, işte o iyiliğiniz mesela…
Dürüst biriyseniz dürüstlüğünüz…
Güvenilirliğiniz, adil oluşunuz…
İnsan, hayvan, doğa sevginiz ve bu sevginin somutlaştığı bütün anlar, ürünler; karakterinizin parçaları, sizi oluşturan şeyler…
Ve tabii o karakterden doğan eserler; yetiştirdiğiniz insanlar, yazdığınız kitaplar, çektiğiniz fotoğraflar, tasarımını yaptığınız şeyler; eğer varsa keşifleriniz, icatlarınız, başka teorilere ilham veren kuramlarınız…
Onlar da sizinle birlikte yaşar; daha doğrusu iyiliğiniz ve bütün o eserleriniz, sizi doğumunuzla ölümünüz arasındaki kısa çizgiden çok daha uzun yaşatabilir.
Oysa bazı şeyler o kadar uzun ömürlü değildir. Bazı şeyler, henüz yaşarken terk ederler sizi, yarı yolda bırakırlar.
Neler mi?
Kimi zaman (maazallah) servetiniz…
Dost sandığınız bazı kimseler mesela…
Rütbeniz, unvanınız, adınızın önündeki o görkemli sıfat…
Ve kesinlikle statünüz ve üzerinde oturduğunuz koltuk da öyledir.
O da sizi çabuk terk edecekler arasındadır. Hatta emin olunuz ki sizi ilk terk eden o olacaktır.
Refah içindeki yaşantınızın, servetinizin büyüme trendinin ve nihayet dost sandıklarınızın sizi terk etmesi ondan sonra gelir.
Sıralama konusunda hiç kuşkunuz olmasın!
Şundan da kuşku duymayın: Sizi terk edenlerin hepsi aslında ‘kâğıttan şeylerdir’…
Niye ‘kâğıttan’?
Kâğıt çok mu değersiz?
Asla! Kitaplar da kâğıttandır bir kere.
Ama başka türlü bir hikâyesi var bunun:
“Eski bir bakandan bir konferansta konuşma yapması istenmişti.
Elinde kâğıt kahve bardağı ile kürsüye çıktı ve konuşmasına başladı ama kafasının başka yerde olduğu her halinden anlaşılıyordu. Daha bir iki cümle söylemişti ki durdu, kahve bardağından bir yudum aldı ve sonra bir süre bardağı göz hizasına kadar kaldırıp baktı.
Derin bir nefes aldı ve…
‘Biliyor musunuz ne düşünüyorum?’ diye sordu, ‘Bu konferansta geçen yıl da -hem de yine aynı kürsüde, tam burada- bir konuşma yapmıştım.
Tek bir fark vardı; o zaman hala bakanlık görevim sürüyordu. Buraya gelirken bana business class uçak bileti alınmıştı; hava alanında beni bir limuzin ve eskort araba bekliyordu.
Beni önce bir otele götürmüşlerdi. Otel müdürü beni otelin kapısında karşılamış ve kral dairesine çıkarmıştı. Ertesi sabah lobide benim odadan inişimi bekleyen kalabalık bir heyet vardı. Beni yine aynı limuzinle bu salona getirmişlerdi. Özel bir kapıdan içeri almışlardı. Çok şık bir bekleme odasında konferansı beklerken porselen bir kapta kahve ikram etmişlerdi. Sonra da beni salona aldılar ve en ön sırada ayrılan yerime geçmiştim.’
Eski bakan derin bir nefes aldı, seyircilere gülerek bir süre baktı ve devam etti:
‘Fakat bu yıl karşınızda bir bakan olarak bulunmuyorum…’
Bir an durdu ve yine derin bir nefesten sonra devam etti:
‘Dün buraya parasını kendi ödediğim uçak bileti ile uçtum.
Beni hava alanında kimse karşılamadı. Otele taksi ile geçtim. Kendi odama tek başıma çıktım. Bu sabah buraya otelden yine taksi ile geldim.
Kapıdan girerken güvenlikten geçtim, kimlik kartımı alıp listede olduğuma emin olmadan salona sokmadılar bile. Sonra da bulabildiğim bir yerde, şu köşede oturup bekledim. Canım kahve istedi ve görevliye sordum; bana dışarıda kahve makinesi olduğunu, oradan alabileceğimi söyledi. Ben de çıktım ve şu gördüğünüz kâğıt bardağa kahveyi kendim doldurdum.’
Seyirci gülmeye başlamıştı.
‘Sanıyorum geçen yıl porselen bardak bana sunulmamıştı; o, makamıma sunulmuştu. Benim asıl bardağım işte bu.’
Konuşmanın bu noktasında gülüp alkışlayan seyircilere kahve bardağını kaldırıp gösterdi. Alkışlar bitince de şunları söyledi;
‘Size verebileceğim en iyi ders budur işte. Bütün o övgüler, hizmetler, avantajlar, iltifatlar ve abartılar rütbeniz, rolünüz, makamınız içindir. Onlar, size ait ve hep sizinle birlikte olacak şeyler değildir. Dolayısıyla bir gün makamınızı görevinizi bitirdiğinizde porselen bardağınızı halefinize verirler. Çünkü aslında hep layık olduğunuz şey, işte bu kâğıt bardaktır...”
***
Nerede yayımlandığını, kimin yazdığını veya anlatıcısının kim olduğunu maalesef belirleyemediğim bir ‘sosyal medya hikâyesi’ bu.
Fakat kesinlikle iyi bir hikâye. En azından bana sahip olduğum bütün o ‘kâğıttan şeyleri’ bir kez daha ve daha dikkatlice düşündürdü.
Fazla büyütmemek lazım onları…
Ve sonradan büyük hayal kırıklığı yaşamamak için de Eric From’un önerdiği gibi ‘sahip olduklarımıza değil, ne olduğumuza ve daha ne olabileceğimize’ bakmak lazım.
İyi yürekli biriyseniz eğer, işte o iyiliğiniz mesela…
Dürüst biriyseniz dürüstlüğünüz…
Güvenilirliğiniz, adil oluşunuz…
İnsan, hayvan, doğa sevginiz ve bu sevginin somutlaştığı bütün anlar, ürünler; karakterinizin parçaları, sizi oluşturan şeyler…
Ve tabii o karakterden doğan eserler; yetiştirdiğiniz insanlar, yazdığınız kitaplar, çektiğiniz fotoğraflar, tasarımını yaptığınız şeyler; eğer varsa keşifleriniz, icatlarınız, başka teorilere ilham veren kuramlarınız…
Onlar da sizinle birlikte yaşar; daha doğrusu iyiliğiniz ve bütün o eserleriniz, sizi doğumunuzla ölümünüz arasındaki kısa çizgiden çok daha uzun yaşatabilir.
Oysa bazı şeyler o kadar uzun ömürlü değildir. Bazı şeyler, henüz yaşarken terk ederler sizi, yarı yolda bırakırlar.
Neler mi?
Kimi zaman (maazallah) servetiniz…
Dost sandığınız bazı kimseler mesela…
Rütbeniz, unvanınız, adınızın önündeki o görkemli sıfat…
Ve kesinlikle statünüz ve üzerinde oturduğunuz koltuk da öyledir.
O da sizi çabuk terk edecekler arasındadır. Hatta emin olunuz ki sizi ilk terk eden o olacaktır.
Refah içindeki yaşantınızın, servetinizin büyüme trendinin ve nihayet dost sandıklarınızın sizi terk etmesi ondan sonra gelir.
Sıralama konusunda hiç kuşkunuz olmasın!
Şundan da kuşku duymayın: Sizi terk edenlerin hepsi aslında ‘kâğıttan şeylerdir’…
Niye ‘kâğıttan’?
Kâğıt çok mu değersiz?
Asla! Kitaplar da kâğıttandır bir kere.
Ama başka türlü bir hikâyesi var bunun:
“Eski bir bakandan bir konferansta konuşma yapması istenmişti.
Elinde kâğıt kahve bardağı ile kürsüye çıktı ve konuşmasına başladı ama kafasının başka yerde olduğu her halinden anlaşılıyordu. Daha bir iki cümle söylemişti ki durdu, kahve bardağından bir yudum aldı ve sonra bir süre bardağı göz hizasına kadar kaldırıp baktı.
Derin bir nefes aldı ve…
‘Biliyor musunuz ne düşünüyorum?’ diye sordu, ‘Bu konferansta geçen yıl da -hem de yine aynı kürsüde, tam burada- bir konuşma yapmıştım.
Tek bir fark vardı; o zaman hala bakanlık görevim sürüyordu. Buraya gelirken bana business class uçak bileti alınmıştı; hava alanında beni bir limuzin ve eskort araba bekliyordu.
Beni önce bir otele götürmüşlerdi. Otel müdürü beni otelin kapısında karşılamış ve kral dairesine çıkarmıştı. Ertesi sabah lobide benim odadan inişimi bekleyen kalabalık bir heyet vardı. Beni yine aynı limuzinle bu salona getirmişlerdi. Özel bir kapıdan içeri almışlardı. Çok şık bir bekleme odasında konferansı beklerken porselen bir kapta kahve ikram etmişlerdi. Sonra da beni salona aldılar ve en ön sırada ayrılan yerime geçmiştim.’
Eski bakan derin bir nefes aldı, seyircilere gülerek bir süre baktı ve devam etti:
‘Fakat bu yıl karşınızda bir bakan olarak bulunmuyorum…’
Bir an durdu ve yine derin bir nefesten sonra devam etti:
‘Dün buraya parasını kendi ödediğim uçak bileti ile uçtum.
Beni hava alanında kimse karşılamadı. Otele taksi ile geçtim. Kendi odama tek başıma çıktım. Bu sabah buraya otelden yine taksi ile geldim.
Kapıdan girerken güvenlikten geçtim, kimlik kartımı alıp listede olduğuma emin olmadan salona sokmadılar bile. Sonra da bulabildiğim bir yerde, şu köşede oturup bekledim. Canım kahve istedi ve görevliye sordum; bana dışarıda kahve makinesi olduğunu, oradan alabileceğimi söyledi. Ben de çıktım ve şu gördüğünüz kâğıt bardağa kahveyi kendim doldurdum.’
Seyirci gülmeye başlamıştı.
‘Sanıyorum geçen yıl porselen bardak bana sunulmamıştı; o, makamıma sunulmuştu. Benim asıl bardağım işte bu.’
Konuşmanın bu noktasında gülüp alkışlayan seyircilere kahve bardağını kaldırıp gösterdi. Alkışlar bitince de şunları söyledi;
‘Size verebileceğim en iyi ders budur işte. Bütün o övgüler, hizmetler, avantajlar, iltifatlar ve abartılar rütbeniz, rolünüz, makamınız içindir. Onlar, size ait ve hep sizinle birlikte olacak şeyler değildir. Dolayısıyla bir gün makamınızı görevinizi bitirdiğinizde porselen bardağınızı halefinize verirler. Çünkü aslında hep layık olduğunuz şey, işte bu kâğıt bardaktır...”
***
Nerede yayımlandığını, kimin yazdığını veya anlatıcısının kim olduğunu maalesef belirleyemediğim bir ‘sosyal medya hikâyesi’ bu.
Fakat kesinlikle iyi bir hikâye. En azından bana sahip olduğum bütün o ‘kâğıttan şeyleri’ bir kez daha ve daha dikkatlice düşündürdü.
Fazla büyütmemek lazım onları…
Ve sonradan büyük hayal kırıklığı yaşamamak için de Eric From’un önerdiği gibi ‘sahip olduklarımıza değil, ne olduğumuza ve daha ne olabileceğimize’ bakmak lazım.