
29 Ekim 1923 yılında 101 pare top atışının ardından hayata gözlerini açan genç cumhuriyetin ilk karşılaştığı darbe 27 Mayıs 1960 tarihinde Ali Adnan Menderes ve ekibine yapılandır. Milletine hizmet etmenin dışında başka bir hatası olmayan Adnan Menderes, dış işleri bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve maliye bakanı Hasan Polatkan darağacında hayata veda ederlerken geride beraberinde birçok cevapsız kalan sorular bırakmışlardır. Milli Birlik Komitesinin öncülüğünde, Yassıada yargılamaları onlarca kişiyi hapse, 3 ismi ise darağacında ölüme mahkûm etmiştir. Darbeden medet umanlar, toplumun isteklerini göz ardı etmiş, makam ve mevkileri kendi adamlarıyla doldurmuşlardır. Halkın darbecilere karşılığı ise seçim sandıklarında olmuş, darbe toplum tarafından cezalandırılmıştır. Elinde silahı olanlara elinde demokrasi kılıcını gösterenler Menderes ve ekibine yapılanları hiçbir zaman unutmamıştır. Ülke darbe ile yakalamış olduğu değişimi rüzgârını kaybetmiş sıkıntılı günler beraberinde gelmiştir. Menderes ve yol arkadaşlarına yapılanların haksızlığı 90’lı yıllarda iade-i itibar ile kabul edilmiş, darbe yapanlar değil, darbenin kurbanları halkın gönlünde ve tarih sayfalarında hak ettikleri yerde yerini almıştır.
Darbe yanlıları bu sefer 12 Mart 1971 yılında sahneye çıkmış, hükümete muhtıra vererek kendilerince ülkeye yeniden ayar vermeye çalışmışlardır. Asıl tehlike ve oynanan oyun Maraş olayları ve Taksim’de 1 Mayıs İşçi bayramı etkinliklerinde oynanmış, iç ve dış mihraklar ülkeyi kan gölüne çevirmişlerdir. 11 Eylül’de kan gövdeyi götürürken, 12 Eylül sabahı her şeyin bir anda sona ermesi ise asıl oynanan oyunun ne olduğunun delilidir. Vatan evlatları birbirine düşürülmüş, enerji başka yerlerde harcanmış ve sonucunda devlet yorulmuş ve insanlar birbirlerine küsmüştür. Yıllar sonra darbeye sebep olanlar yargılanmış, darbe yanlıları hak ettikleri cezayı almıştır; fakat genç cumhuriyet medeniyet yolunda ağır darbeler almıştır. 12 Eylül’ün yaraları millete sevdalı Turgut Özal’ın birbiri ardına attığı adımlarla sarılmaya başlamış; fakat bu seferde devletin başına PKK belası sarılmıştır. Özal’ın sır ölümü ve 1990 yıllar Türkiye’nin kayıp yılları olmuş, iç ve dış hainlerin ekmeklerine de yağ sürülmüştür. Ekonomik krizler, işsizlik, enflasyon ve Irak sorunları ülkenin gündeminden düşmemiş, halk hayatından umudu kesmiş ve yarın kaygısı güderek yaşamına devam etmiştir. Tüm bu umutsuz ortamın içinde karanlığa bir ışık yakan ise Kıbrıs’ın yeniden anavatana katılmasına vesile olan Necmettin Erbakan Hoca devreye girmiş ve elde ettiği seçim zaferi ile başbakanlık koltuğuna oturmuştur. Hoca’nın ekonomi de ki yenidünya düzeni modeli sayesinde bir anda işçi ve memur maaşları beklenenin üzerinde artmış, D-8 kurulmuş, enflasyon düşmeye başlamış, havuzda toplanan paralar doğrudan halka harcanmış ve halk uzun zamandan sonra ilk defa ciddi belediye hizmetleri almaya başlamıştır. Yine derin eller olaya müdahale etmiş, Sincan’da yürütülen tanklar ve ardından 28 Şubat süreci ülkeyi yeni kargaşa ortamına sokmuştur. Ülke kamplara bölünmeye, başörtülü öğrenciler ve analar mağdur edilmeye başlanınca bu sefer post modern darbe yapılmıştır. Erbakan Hoca ve ekibi siyasetten yasaklı hale getirilmiş, partileri kapatılmıştır. Tüm bunlar aslında Türkiye Cumhuriyetin ilerlemesini engellemek ve yeniden bir Türk-İslam asrının yaşanmasını önlemek içindi ve onlara göre bu süreç 1000 sürecektir. Halk bin yıl süreceği iddia edilen bu süreçi 2002 seçimlerinde sandığa gömmüş ve yeni bir sayfanın açılmasına ön ayak olmuştur.
2002’den itibaren yeni bir sürece giren Türkiye, içerde ve dışarıda adeta şaha kalkmış, Avrupa Birliği süreci hızlanmış, enflasyon tek haneleri görmüş, ülke de herkesin yüzü gülmeye başlamıştır. Her şey rayında giderken bu durum yine belli kesimleri rahatsız etmeye başlamış, sürece müdahale süreçleri başlamıştır. İlk önce bu süreç için yeniden parti kapatmalar gündeme gelmiş, bu atak sonuçsuz kalmıştı. Ardında yine başörtüsü tartışılmaya başlanılmış, süreç sağduyulu kesimleri sert tepkisiyle karşılaşmış ardından birileri internet üzerinden darbe teşebbüsünde bulunmuştur. Halk olan biteni görmüş ilk yapılan seçimlerde yine halkın yanında olan, hakkı üstün tutanlar kimlerse onlara devam demiştir. Köprüler, barajlar, tüneller yapılıyor, milli gelir yükseliyor, enflasyon düşüyordu; fakat durumdan yine memnun olmayanlar vardı. Ağaçların kesilmesini bahane edenler bu sefer başka yollar deniyor, önleri ne geçiyorsa onları yakıp yıkıyordu. Taksim’de başlayan olaylar tüm ülkeye yayılmaya çalışılıyor, Arap baharını Türk baharına çevirmeye çalışıyorlardı. Hak aradıklarını söyleyenler, hak gasp ediyor, kamu kurum kuruluşlarını yağmalıyor, yakıyor ve yıkıyorlardı. Ağacı bahane edenler ne kural tanıyor ne hak gözetiyordu. Sonunda olaylara müdahale ediliyor; fakat ülke milyarca lira bedel ödeyerek bu süreçten çıkıyordu. Yine enerji başka yerlerde harcanmış, ülke yorulmuş, insanlar yıpranmıştı. Hâlbuki bu ülkenin insanlar bir ve beraber olsa neleri başarabileceğini en çok bu oyunları tertip edenler biliyordu.
Darbe yanlıları bu sefer 12 Mart 1971 yılında sahneye çıkmış, hükümete muhtıra vererek kendilerince ülkeye yeniden ayar vermeye çalışmışlardır. Asıl tehlike ve oynanan oyun Maraş olayları ve Taksim’de 1 Mayıs İşçi bayramı etkinliklerinde oynanmış, iç ve dış mihraklar ülkeyi kan gölüne çevirmişlerdir. 11 Eylül’de kan gövdeyi götürürken, 12 Eylül sabahı her şeyin bir anda sona ermesi ise asıl oynanan oyunun ne olduğunun delilidir. Vatan evlatları birbirine düşürülmüş, enerji başka yerlerde harcanmış ve sonucunda devlet yorulmuş ve insanlar birbirlerine küsmüştür. Yıllar sonra darbeye sebep olanlar yargılanmış, darbe yanlıları hak ettikleri cezayı almıştır; fakat genç cumhuriyet medeniyet yolunda ağır darbeler almıştır. 12 Eylül’ün yaraları millete sevdalı Turgut Özal’ın birbiri ardına attığı adımlarla sarılmaya başlamış; fakat bu seferde devletin başına PKK belası sarılmıştır. Özal’ın sır ölümü ve 1990 yıllar Türkiye’nin kayıp yılları olmuş, iç ve dış hainlerin ekmeklerine de yağ sürülmüştür. Ekonomik krizler, işsizlik, enflasyon ve Irak sorunları ülkenin gündeminden düşmemiş, halk hayatından umudu kesmiş ve yarın kaygısı güderek yaşamına devam etmiştir. Tüm bu umutsuz ortamın içinde karanlığa bir ışık yakan ise Kıbrıs’ın yeniden anavatana katılmasına vesile olan Necmettin Erbakan Hoca devreye girmiş ve elde ettiği seçim zaferi ile başbakanlık koltuğuna oturmuştur. Hoca’nın ekonomi de ki yenidünya düzeni modeli sayesinde bir anda işçi ve memur maaşları beklenenin üzerinde artmış, D-8 kurulmuş, enflasyon düşmeye başlamış, havuzda toplanan paralar doğrudan halka harcanmış ve halk uzun zamandan sonra ilk defa ciddi belediye hizmetleri almaya başlamıştır. Yine derin eller olaya müdahale etmiş, Sincan’da yürütülen tanklar ve ardından 28 Şubat süreci ülkeyi yeni kargaşa ortamına sokmuştur. Ülke kamplara bölünmeye, başörtülü öğrenciler ve analar mağdur edilmeye başlanınca bu sefer post modern darbe yapılmıştır. Erbakan Hoca ve ekibi siyasetten yasaklı hale getirilmiş, partileri kapatılmıştır. Tüm bunlar aslında Türkiye Cumhuriyetin ilerlemesini engellemek ve yeniden bir Türk-İslam asrının yaşanmasını önlemek içindi ve onlara göre bu süreç 1000 sürecektir. Halk bin yıl süreceği iddia edilen bu süreçi 2002 seçimlerinde sandığa gömmüş ve yeni bir sayfanın açılmasına ön ayak olmuştur.
2002’den itibaren yeni bir sürece giren Türkiye, içerde ve dışarıda adeta şaha kalkmış, Avrupa Birliği süreci hızlanmış, enflasyon tek haneleri görmüş, ülke de herkesin yüzü gülmeye başlamıştır. Her şey rayında giderken bu durum yine belli kesimleri rahatsız etmeye başlamış, sürece müdahale süreçleri başlamıştır. İlk önce bu süreç için yeniden parti kapatmalar gündeme gelmiş, bu atak sonuçsuz kalmıştı. Ardında yine başörtüsü tartışılmaya başlanılmış, süreç sağduyulu kesimleri sert tepkisiyle karşılaşmış ardından birileri internet üzerinden darbe teşebbüsünde bulunmuştur. Halk olan biteni görmüş ilk yapılan seçimlerde yine halkın yanında olan, hakkı üstün tutanlar kimlerse onlara devam demiştir. Köprüler, barajlar, tüneller yapılıyor, milli gelir yükseliyor, enflasyon düşüyordu; fakat durumdan yine memnun olmayanlar vardı. Ağaçların kesilmesini bahane edenler bu sefer başka yollar deniyor, önleri ne geçiyorsa onları yakıp yıkıyordu. Taksim’de başlayan olaylar tüm ülkeye yayılmaya çalışılıyor, Arap baharını Türk baharına çevirmeye çalışıyorlardı. Hak aradıklarını söyleyenler, hak gasp ediyor, kamu kurum kuruluşlarını yağmalıyor, yakıyor ve yıkıyorlardı. Ağacı bahane edenler ne kural tanıyor ne hak gözetiyordu. Sonunda olaylara müdahale ediliyor; fakat ülke milyarca lira bedel ödeyerek bu süreçten çıkıyordu. Yine enerji başka yerlerde harcanmış, ülke yorulmuş, insanlar yıpranmıştı. Hâlbuki bu ülkenin insanlar bir ve beraber olsa neleri başarabileceğini en çok bu oyunları tertip edenler biliyordu.