
Fotoğraf çekmenin bir sanat eylemi olup olmadığı uzun zaman tartışıldı. Açıkçası herhangi bir işi, yüksek özenle, sıradışı ürünler ortaya koyarak yapmanın sanat olduğuna inanan biri olarak ben hiç kuşku duymadım: Fotoğraf, kimilerinin elinde elbette bir sanat.
Tabii herkesin göremediği şeyi görebilen, durumları ve nesneleri hepimizin yakalayamadığı açıdan yakalayıp vizörüne sığdırabilenler fotoğrafı sanata dönüştürüyor…
‘Kimileri’ dediğim, işte öyle insanlar.
Genç, sıradışı ve naif dostum sevgili Ahmet Çağatay Bayraktar, bana göre ülkemizde bunu en iyi yapanlardan biri. Dahasını say deseniz Erzurum’dan çok değerli fotoğraf sanatçısı ağabeyim Hayati Keser’i, Antalya’dan yine çok değerli dostum Sait Timur’u ve Sultan Koç’u, Mersin’den Mesut Başer’i sayarım. Onlar, bana göre fotoğrafı rahmetli Ara Güler’in getirdiği düzeyin yukarısına taşıyabilecek önemli isimler.
İyiler, hem de çok iyiler…
***
Bugün konuk ettiğim sevgili Çağatay İstanbul’da yaşıyor ve deyim yerindeyse ‘Dersaadet’in ruhuna dokunuyor’. Takip ettiğim diğer fotoğraf sanatçıları gibi, örneğin Erzurum’dan sevgili Hayati Keser ve Antalya-Manavgat’tan sevgili Sait Timur gibi doğanın, nesnelerin ve kentin ruhunu ciğerlerine çekiyor ve sonra fotoğraf halinde dışarıya, bize üflüyor…

Altı yıl önce, Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın Antalya’da düzenlediği ‘Gençlik Liderleri’ seminerinde öğrencim olmuştu sevgili Çağatay, orada tanışmıştık. Aynı seminerde Türkiye’nin farklı yörelerinden gelmiş birbirinden değerli 300 gençle tanışmıştım ve o bütün gençler içinde dehasıyla dikkatimi en çok çekenlerden biri olmuştu Çağatay…
İletişimimiz yıllardır sosyal medya üzerinden sürüyordu. Dediğim gibi; üstüne kendi ruhundan mürettep ince, şeffaf bir zırh, bir buğu ekleyerek bize üflediği fotoğrafları hep hayranlıkla izledim. Arada fotoğraf, kent, kültür, edebiyat üzerine yazıştık…
İşte eskiden öğrencim şimdi sevgili arkadaşım olan Çağatay’la içinde bulunduğumuz günler gereği, geçtik bilgisayar başına, o İstanbul’da ben onun bin kilometre uzağında ‘fotoğraf sanatı ve kentlerin ruhu’ üzerine konuştuk.
Konuşabileceğimiz her şeyi dört soruya ve yanıtlarına sığdırmak gibi müşkül bir yanı vardı bu kavuşmanın.
Olsun, biz denedik:
***
Savaşkan İlmak: Az evvel okurlara sizi takdim ederken ‘eskiden öğrencim, şimdi arkadaşım’ dedim. Gerçi birkaç saat miktarınca öğretmeniniz olmuştum ama sanırım orada oluşan muhabbetten ve sinerjiden etkilenerek böyle dedim. Evet -kabul ederseniz- değerli arkadaşım, genç dostum; ‘fotoğraf aşkı’ nasıl sızdı hücrelerinize? Niye başladınız, neden böyle tutkuyla devam ettiriyorsunuz?..
Ahmet Çağatay Bayraktar: Fotoğrafa olan ilgim küçük yaşlarda başladı. Ailemin küçükken bana verdikleri analog bir fotoğraf makinesiyle her anı saklamanın mutluluğunu hissettim. Fotoğrafçılığı sadece estetik kaygılar taşıyarak değil aynı zamanda anı ve mekanları sonsuzlaştırmanın bir aracı. Yaşadığımız şehirler, bunların içinde bulunan binalar, meydanlar, insanlar değişiyor ve dönüşüyor. Fotoğrafçılık, benim için bir zaman makinesi kullanmak gibi bu yönüyle. Zaman içinde mekân ve insan değişse de çektiğim karelerle geçmişte olan anları geleceğe taşıyorum. Bu açıdan da fotoğrafçılıkla bir uğraşıdan çok benim için yaşadığım çağa tanıklık etme sorumluluğunda demek.
Temel olarak şehirleri çekiyorum, çünkü çok katmanlı olan, her anlamda fotoğrafa konu olabilecek öyküler ortaya çıkarmaya çalışıyorum. Benim de tam istediğim, çektiğim fotoğraflardan öyküler türeterek, sadece görsel açıdan değil öyküyle kareyi çok boyutlu hale getirmek; daha samimi, daha renkli ve izleyiciyi de dahil etmek amacım.
*
S.İ: Bunu önce Yahya Kemal, sonra İsmet Özel, Selim İleri gibi edebiyatçılar, Ara Güler gibi müthiş bir fotoğraf sanatçısı ve şimdi de çağdaşımız yazar Tolga Gümüşay için de düşünmüştüm, İstanbul sanki bir müze ya da bir laboratuvar ve sizin yaratıcı yanınızı müthiş malzemelerle, adeta bir gizli hazineyle besliyor. Ne dersin? Kimilerinin eşiğinde dikilip ‘Seni yeneceğim ey İstanbul’ diye haykırdığı bu kent, yenme ve yenilme duygusu dışında neler veriyor size? Sizin onunla ilişkinizi nasıl tanımlamalıyız ve sizde bu duyguyu doğuran başka kentler var mı?
Ahmet Çağatay Bayraktar: Baktığımızda, 'Seni yeneceğim İstanbul !..' söyleminin sadece Yeşilçam'da değil gündelik yaşamda da yer ettiğini görüyoruz. Aslında İstanbul'un bir suçu yok ki! Bu durumu özellikle Demokrat Parti'nin 1950'lerden sonra İstanbul'un imar planını değiştirmesi ve İstanbul'un sanayi bölgesi olarak ilan edilmesinden sonra görüyoruz. Bu süreçten sonra Anadolu'dan İstanbul'a başlayan sürekli göç karşısında şehre tutunmaya çalışan insanların, şehirle olan mücadelelerini görüyoruz. Kendine yer edinmeye çalışan Anadolu insanının bu mücadelesi aslında İstanbul’a değil sistemin çarpıklıklarına karşıydı.
Edebiyatımızda Orhan Kemal, bu süreci ayrıntılı biçimde işlemişti. Şehre tutunmaya çalışan yurttaşlar, hayat kavgası verme zorunluluğu İstanbul'u özümsemelerini ve öğrenmelere engel olmuş. Bu durumu günümüzde de görüyoruz. İstanbul’u yenilmesi gereken bir düşman olarak görüldüğü için İstanbul'da yaşayan büyük bir çoğunluk şehri sadece tüketiyor. Sade bir yurttaşın sokakta yediği çekirdeği sokağa atmasından, şehrin daha da betonlaşmasına yol açan kararı imzalayan yerel yöneticinin attığı imzaya kadar İstanbul, hoyratça tüketiliyor, bir düşmanı yenmeye çalışır gibi. Son yıllarda da bu durumu diğer şehirlerimizde de görmek mümkün. İstanbul ile olan ilişkime dönersek, yaşadığım gezdiğim her mekânı anlamaya ve hissetmeye çalıştığım gibi İstanbul'u anlamaya çalışıyorum. Beyoğlu'nda Salah Birsel'in, Asmalımescit'te Fikret Adil'in, Burgazada'da Sait Faik'in, Beyazıt'ta Orhan Veli'nin, Kadıköy'de Nâzım Hikmet'in izlerini arıyorum ve yaşanmışlıkları hissetmeye çalışıyorum.
*
S.İ: Fotoğraf makinasını elinize aldığınız zaman kendinizi neye dönüşmüş gibi hissediyorsunuz? O andan sonra neyi aramaya ya da beklemeye başlıyorsunuz?
Ahmet Çağatay Bayraktar: Fotoğraf makinesi benim için bir zaman makinesi gibi. Bununla birlikte bir foto muhabirinin mesleki olarak taşıması gereken, 'yaşadığı ana karşı olan sorumluluk' hissiyle belki bir daha hiç denk gelinmeyecek anları fotoğraflıyorum. Fotoğraf çekerken daha önce zihnimde canlandırdığım görüntüleri yakalamaya çalışıyorum. Bununla birlikte objektifime takılan anları da fotoğraflamaya çalışıyorum. Çektiğim karelerde sürekli değişen şehirlerin geçmişte kalan hallerini gördüğümde kendimi bir zaman yolcusu olarak hissediyorum.
*
S.İ: Sanatını biraz konuştuk. Keşke daha geniş konuşabilseydik. ‘Kısmetse sonra’ diyelim ve sizinle, seninle bitirelim. Filozofik derinliğini bildiğim için seni özellikle oraya, ceza sahasına hatta altı pasın içine çekmeye çalışıyorum; hayatı, insanları, olup biteni nasıl değerlendiriyorsun? Nasıl çıkacağız kaostan ve sence yeni hayatımız nasıl olacak?
Ahmet Çağatay Bayraktar: Bu süreç, birçok yönden, özellikle sağlık açısından olumsuz olsa da evde kalabilenler için kendini dinleme ve hayat üzerine düşünme üzerinde az çok etkili olmuştur diye umuyorum. Bu salgın aslında yıllardır devam eden, bizi ve yaşadığımız gezegeni tüketen bir salgının sadece bir yüzü. Bu salgın da kapitalizm olarak adlandırılmalı…
Çılgınca bir tüketimi tetikleyen kapitalizm, doğanın bize verdikleriyle yetinmedi hep daha fazlasını istedi. Ve kapitalizm içinde sürüklenen insanlar doğal kaynakların yanında zamanını sistemin sorunları yüzünden boşuna harcadı. Boşa geçen bu zaman içinde sürekli olarak kazanma yarısına itilen insanlar da, ailesiyle, dostlarıyla, sevdikleriyle geçirdiği zamanların değerini bilemedi, kendisine ve çevresine yabancılaştı. Özetlediğim bu sıralama, kapitalizmin sebep olduğu bir sonuç. Salgın sırasında sistemin çarklarının işletilmesi zorunluluğu da buradan gelmekte. Sağlığı için evde kalamayan insanlar çalışma yaşamına katılmak zorunda kaldılar, sağlıklı veya sağlıksız koşullar dikkate alınmadan. Salgın, aslında kapitalizmin, insanlığa ve insan olmanın değer ve erdemine uymadığının da bir göstergesi. Ondan dolayı sistem değişmedikçe, daha insana yakışır hale gelmedikçe bir şeyin değişeceğini düşünmüyorum…
Dileğim şu ki insanlık evde kaldığı süre içinde sisteme dair eleştirilerini de yapabilmiş olsun. İlgili olduğum kültür sanat hayatındaki değişikliklere gelecek olursak, salgında birçok insan kültüre ve sanata sığındı. Evde kaldığımız günlerde kitaplarla söyleştik, internetten yayınlanan tiyatro oyunlarıyla kendimizi bulduk, yeni filmler keşfettik. İnsanı diğer canlılardan ayıran yaratıcılık ve düşünmenin ürünü sanat, bizlerin kendimizi bulmamızı sağladı her zaman olduğu gibi. Bizi besleyen ve onaran sanatın ne kadar önemli olduğu ortada. Fakat bir yandan da sanat emekçilerinin diğer emekçiler gibi bu süreçte hiçbir güvenceye sahip olmadan işsiz kalmaları üzerine düşünülmesi gereken bir sorun. Ekranlardan izlediğimiz tiyatroda sahnenin tozunu hissetsek de canlı canlı izlemenin tadının farklı olduğunu düşünüyorum. Çünkü sanat insanlarla güzel.
***
Okurlarım artık biliyor, bu röportaj dizisinin formatı gereği ele alacağımız her şeyi dört soruya sığdırmak zorundaydık. Öyle yapmaya çalıştık.
Ahmet Çağatay Bayraktar sağolsun, insanın elini ayağını tek pabuca sığdıran bu formatın üstesinden geldi ve bize upuzun, nehir gibi bir söyleşi hazzı sundu.
Umarım okuyanlar da aynı hazzı almışlardır.
Sevgili Çağatay’a tekrar teşekkür ediyorum.
Yolu, şansı, kamerası hep açık olsun.
Tabii herkesin göremediği şeyi görebilen, durumları ve nesneleri hepimizin yakalayamadığı açıdan yakalayıp vizörüne sığdırabilenler fotoğrafı sanata dönüştürüyor…
‘Kimileri’ dediğim, işte öyle insanlar.
Genç, sıradışı ve naif dostum sevgili Ahmet Çağatay Bayraktar, bana göre ülkemizde bunu en iyi yapanlardan biri. Dahasını say deseniz Erzurum’dan çok değerli fotoğraf sanatçısı ağabeyim Hayati Keser’i, Antalya’dan yine çok değerli dostum Sait Timur’u ve Sultan Koç’u, Mersin’den Mesut Başer’i sayarım. Onlar, bana göre fotoğrafı rahmetli Ara Güler’in getirdiği düzeyin yukarısına taşıyabilecek önemli isimler.
İyiler, hem de çok iyiler…
***
Bugün konuk ettiğim sevgili Çağatay İstanbul’da yaşıyor ve deyim yerindeyse ‘Dersaadet’in ruhuna dokunuyor’. Takip ettiğim diğer fotoğraf sanatçıları gibi, örneğin Erzurum’dan sevgili Hayati Keser ve Antalya-Manavgat’tan sevgili Sait Timur gibi doğanın, nesnelerin ve kentin ruhunu ciğerlerine çekiyor ve sonra fotoğraf halinde dışarıya, bize üflüyor…

Altı yıl önce, Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın Antalya’da düzenlediği ‘Gençlik Liderleri’ seminerinde öğrencim olmuştu sevgili Çağatay, orada tanışmıştık. Aynı seminerde Türkiye’nin farklı yörelerinden gelmiş birbirinden değerli 300 gençle tanışmıştım ve o bütün gençler içinde dehasıyla dikkatimi en çok çekenlerden biri olmuştu Çağatay…
İletişimimiz yıllardır sosyal medya üzerinden sürüyordu. Dediğim gibi; üstüne kendi ruhundan mürettep ince, şeffaf bir zırh, bir buğu ekleyerek bize üflediği fotoğrafları hep hayranlıkla izledim. Arada fotoğraf, kent, kültür, edebiyat üzerine yazıştık…
İşte eskiden öğrencim şimdi sevgili arkadaşım olan Çağatay’la içinde bulunduğumuz günler gereği, geçtik bilgisayar başına, o İstanbul’da ben onun bin kilometre uzağında ‘fotoğraf sanatı ve kentlerin ruhu’ üzerine konuştuk.
Konuşabileceğimiz her şeyi dört soruya ve yanıtlarına sığdırmak gibi müşkül bir yanı vardı bu kavuşmanın.
Olsun, biz denedik:
***
Savaşkan İlmak: Az evvel okurlara sizi takdim ederken ‘eskiden öğrencim, şimdi arkadaşım’ dedim. Gerçi birkaç saat miktarınca öğretmeniniz olmuştum ama sanırım orada oluşan muhabbetten ve sinerjiden etkilenerek böyle dedim. Evet -kabul ederseniz- değerli arkadaşım, genç dostum; ‘fotoğraf aşkı’ nasıl sızdı hücrelerinize? Niye başladınız, neden böyle tutkuyla devam ettiriyorsunuz?..
Ahmet Çağatay Bayraktar: Fotoğrafa olan ilgim küçük yaşlarda başladı. Ailemin küçükken bana verdikleri analog bir fotoğraf makinesiyle her anı saklamanın mutluluğunu hissettim. Fotoğrafçılığı sadece estetik kaygılar taşıyarak değil aynı zamanda anı ve mekanları sonsuzlaştırmanın bir aracı. Yaşadığımız şehirler, bunların içinde bulunan binalar, meydanlar, insanlar değişiyor ve dönüşüyor. Fotoğrafçılık, benim için bir zaman makinesi kullanmak gibi bu yönüyle. Zaman içinde mekân ve insan değişse de çektiğim karelerle geçmişte olan anları geleceğe taşıyorum. Bu açıdan da fotoğrafçılıkla bir uğraşıdan çok benim için yaşadığım çağa tanıklık etme sorumluluğunda demek.
Temel olarak şehirleri çekiyorum, çünkü çok katmanlı olan, her anlamda fotoğrafa konu olabilecek öyküler ortaya çıkarmaya çalışıyorum. Benim de tam istediğim, çektiğim fotoğraflardan öyküler türeterek, sadece görsel açıdan değil öyküyle kareyi çok boyutlu hale getirmek; daha samimi, daha renkli ve izleyiciyi de dahil etmek amacım.
*
S.İ: Bunu önce Yahya Kemal, sonra İsmet Özel, Selim İleri gibi edebiyatçılar, Ara Güler gibi müthiş bir fotoğraf sanatçısı ve şimdi de çağdaşımız yazar Tolga Gümüşay için de düşünmüştüm, İstanbul sanki bir müze ya da bir laboratuvar ve sizin yaratıcı yanınızı müthiş malzemelerle, adeta bir gizli hazineyle besliyor. Ne dersin? Kimilerinin eşiğinde dikilip ‘Seni yeneceğim ey İstanbul’ diye haykırdığı bu kent, yenme ve yenilme duygusu dışında neler veriyor size? Sizin onunla ilişkinizi nasıl tanımlamalıyız ve sizde bu duyguyu doğuran başka kentler var mı?
Ahmet Çağatay Bayraktar: Baktığımızda, 'Seni yeneceğim İstanbul !..' söyleminin sadece Yeşilçam'da değil gündelik yaşamda da yer ettiğini görüyoruz. Aslında İstanbul'un bir suçu yok ki! Bu durumu özellikle Demokrat Parti'nin 1950'lerden sonra İstanbul'un imar planını değiştirmesi ve İstanbul'un sanayi bölgesi olarak ilan edilmesinden sonra görüyoruz. Bu süreçten sonra Anadolu'dan İstanbul'a başlayan sürekli göç karşısında şehre tutunmaya çalışan insanların, şehirle olan mücadelelerini görüyoruz. Kendine yer edinmeye çalışan Anadolu insanının bu mücadelesi aslında İstanbul’a değil sistemin çarpıklıklarına karşıydı.
Edebiyatımızda Orhan Kemal, bu süreci ayrıntılı biçimde işlemişti. Şehre tutunmaya çalışan yurttaşlar, hayat kavgası verme zorunluluğu İstanbul'u özümsemelerini ve öğrenmelere engel olmuş. Bu durumu günümüzde de görüyoruz. İstanbul’u yenilmesi gereken bir düşman olarak görüldüğü için İstanbul'da yaşayan büyük bir çoğunluk şehri sadece tüketiyor. Sade bir yurttaşın sokakta yediği çekirdeği sokağa atmasından, şehrin daha da betonlaşmasına yol açan kararı imzalayan yerel yöneticinin attığı imzaya kadar İstanbul, hoyratça tüketiliyor, bir düşmanı yenmeye çalışır gibi. Son yıllarda da bu durumu diğer şehirlerimizde de görmek mümkün. İstanbul ile olan ilişkime dönersek, yaşadığım gezdiğim her mekânı anlamaya ve hissetmeye çalıştığım gibi İstanbul'u anlamaya çalışıyorum. Beyoğlu'nda Salah Birsel'in, Asmalımescit'te Fikret Adil'in, Burgazada'da Sait Faik'in, Beyazıt'ta Orhan Veli'nin, Kadıköy'de Nâzım Hikmet'in izlerini arıyorum ve yaşanmışlıkları hissetmeye çalışıyorum.
*
S.İ: Fotoğraf makinasını elinize aldığınız zaman kendinizi neye dönüşmüş gibi hissediyorsunuz? O andan sonra neyi aramaya ya da beklemeye başlıyorsunuz?
Ahmet Çağatay Bayraktar: Fotoğraf makinesi benim için bir zaman makinesi gibi. Bununla birlikte bir foto muhabirinin mesleki olarak taşıması gereken, 'yaşadığı ana karşı olan sorumluluk' hissiyle belki bir daha hiç denk gelinmeyecek anları fotoğraflıyorum. Fotoğraf çekerken daha önce zihnimde canlandırdığım görüntüleri yakalamaya çalışıyorum. Bununla birlikte objektifime takılan anları da fotoğraflamaya çalışıyorum. Çektiğim karelerde sürekli değişen şehirlerin geçmişte kalan hallerini gördüğümde kendimi bir zaman yolcusu olarak hissediyorum.
*
S.İ: Sanatını biraz konuştuk. Keşke daha geniş konuşabilseydik. ‘Kısmetse sonra’ diyelim ve sizinle, seninle bitirelim. Filozofik derinliğini bildiğim için seni özellikle oraya, ceza sahasına hatta altı pasın içine çekmeye çalışıyorum; hayatı, insanları, olup biteni nasıl değerlendiriyorsun? Nasıl çıkacağız kaostan ve sence yeni hayatımız nasıl olacak?
Ahmet Çağatay Bayraktar: Bu süreç, birçok yönden, özellikle sağlık açısından olumsuz olsa da evde kalabilenler için kendini dinleme ve hayat üzerine düşünme üzerinde az çok etkili olmuştur diye umuyorum. Bu salgın aslında yıllardır devam eden, bizi ve yaşadığımız gezegeni tüketen bir salgının sadece bir yüzü. Bu salgın da kapitalizm olarak adlandırılmalı…
Çılgınca bir tüketimi tetikleyen kapitalizm, doğanın bize verdikleriyle yetinmedi hep daha fazlasını istedi. Ve kapitalizm içinde sürüklenen insanlar doğal kaynakların yanında zamanını sistemin sorunları yüzünden boşuna harcadı. Boşa geçen bu zaman içinde sürekli olarak kazanma yarısına itilen insanlar da, ailesiyle, dostlarıyla, sevdikleriyle geçirdiği zamanların değerini bilemedi, kendisine ve çevresine yabancılaştı. Özetlediğim bu sıralama, kapitalizmin sebep olduğu bir sonuç. Salgın sırasında sistemin çarklarının işletilmesi zorunluluğu da buradan gelmekte. Sağlığı için evde kalamayan insanlar çalışma yaşamına katılmak zorunda kaldılar, sağlıklı veya sağlıksız koşullar dikkate alınmadan. Salgın, aslında kapitalizmin, insanlığa ve insan olmanın değer ve erdemine uymadığının da bir göstergesi. Ondan dolayı sistem değişmedikçe, daha insana yakışır hale gelmedikçe bir şeyin değişeceğini düşünmüyorum…
Dileğim şu ki insanlık evde kaldığı süre içinde sisteme dair eleştirilerini de yapabilmiş olsun. İlgili olduğum kültür sanat hayatındaki değişikliklere gelecek olursak, salgında birçok insan kültüre ve sanata sığındı. Evde kaldığımız günlerde kitaplarla söyleştik, internetten yayınlanan tiyatro oyunlarıyla kendimizi bulduk, yeni filmler keşfettik. İnsanı diğer canlılardan ayıran yaratıcılık ve düşünmenin ürünü sanat, bizlerin kendimizi bulmamızı sağladı her zaman olduğu gibi. Bizi besleyen ve onaran sanatın ne kadar önemli olduğu ortada. Fakat bir yandan da sanat emekçilerinin diğer emekçiler gibi bu süreçte hiçbir güvenceye sahip olmadan işsiz kalmaları üzerine düşünülmesi gereken bir sorun. Ekranlardan izlediğimiz tiyatroda sahnenin tozunu hissetsek de canlı canlı izlemenin tadının farklı olduğunu düşünüyorum. Çünkü sanat insanlarla güzel.
***
Okurlarım artık biliyor, bu röportaj dizisinin formatı gereği ele alacağımız her şeyi dört soruya sığdırmak zorundaydık. Öyle yapmaya çalıştık.
Ahmet Çağatay Bayraktar sağolsun, insanın elini ayağını tek pabuca sığdıran bu formatın üstesinden geldi ve bize upuzun, nehir gibi bir söyleşi hazzı sundu.
Umarım okuyanlar da aynı hazzı almışlardır.
Sevgili Çağatay’a tekrar teşekkür ediyorum.
Yolu, şansı, kamerası hep açık olsun.