
1956 yılında yayın hayatına başlayan ve Yeşilçam’dan sahnelere birçok sanatçının tanınmasına vesile olan Ses Dergisi, bu hafta Erzurumlu halk müziği sanatçısı Nurullah Akçayır’ı kapağına taşıdı. “Anadolu’nun Kültür Elçisi” olarak anılan Akçayır, Serap Turgut’a verdiği röportajda bağlamayla olan derin bağını, türkülerin ruhunu ve müzikle geçen yıllarını içtenlikle paylaştı.
Röportaj:
Nurullah Bey, size “bağlamanın efendisi” diyorlar. Bu tanımı duyunca içinizden “Hadi canım!” mi diyorsunuz, yoksa “Eh, biraz öyleyimdir” mi?
“Hadi canım” demiyorum ama “Eh, biraz öyleyimdir” de demek istemem. Bu tür yakıştırmalar beni elbette onurlandırıyor ama ben bağlamaya gönül veren binlerce insandan biriyim sadece. Bağlama bir deniz, biz onun kıyısında çırpınanlarız. Eğer yaptıklarım birilerine ilham veriyorsa, ne mutlu bana. Halk kültürüne hizmet ediyor olmanın onuruyla; efendisi değil, hizmetkârıyım desek daha doğru olur.
İlk bağlamayı elinize aldığınızda kaç yaşındaydınız ve “Bu benim kaderim.” dediğiniz an hangisiydi?
Bağlamayı ilk elime aldığımda ilkokul çağlarındaydım. Anı çok net hatırlıyorum; parmaklarım tellerin üzerinde gezdikçe içimde tarifsiz bir huzur ve heyecan vardı. “Kaderim bu” dediğim an ise, bağlama çaldıkça kendimi daha derin hissettiğim, türkülerin ruhuma işlediği anlar oldu. Müzik sadece bir uğraş değil, yaşam biçimim hâline geldi. O yüzden bağlamayla kurduğum bağ, çocukluk tutkusu olmaktan çıkıp hayatımın vazgeçilmezi oldu.
Türkü deyip geçmeyelim; bir türküyle ağlayıp bir türküyle âşık olunabilir mi gerçekten?
Kesinlikle olunabilir. Çünkü türkü dediğimiz şey sadece bir ezgi değil; bir halkın, bir yüreğin, bir yaşamın ifadesidir. İçinde sevda var, hüzün var, gurbet var, umut var... İnsan bazen kelimelerle anlatamadığını bir türküyle anlatır. Ben çok gördüm; bir türküyle gözleri dolanları, yıllar önceki bir aşkı hatırlayanları. Hatta sadece dinleyerek değil, çalıp söylerken bile insan kendi duygularıyla yüzleşiyor. Öyleyse “Türküyle âşık olunur mu?” derseniz, ben derim ki: “Türkü zaten aşktır.”
Bir türküyü okurken gözleriniz dolar mı, en çok hangi türküde tutamazsınız kendinizi?
Evet, bazen gözlerim dolar. Çünkü türkü sadece söz ve melodi değil, aynı zamanda bir duygudur, bir yaşanmışlıktır. Türkülerimin çoğunda, o hüzün ve hasretin içinde kaybolurum, kendimi tutamam. Her sözü yüreğe dokunur, bazen kendimi o duygunun içinde bulurum. İşte o anlarda müzik bir terapi gibi olur benim için.
TRT’de yıllarca o disiplinli sistemde çalıştınız. Hiç “Ben buradan kaçarım.” dediğiniz günler oldu mu?
TRT’nin disiplinli yapısı aslında sanatçıyı hem yetiştirir hem de olgunlaştırır. Zor zamanlar elbette oldu, yorgunluk hissettiğim anlar da. Ama asla “Buradan kaçarım” demek aklımdan geçmedi, aksine “İyi ki buradayım” dedim. Çünkü orası benim eğitim aldığım, kendimi geliştirdiğim, sevdiğim müziği en iyi şekilde icra etmeye çalıştığım bir yuva gibiydi. Disiplin, özgürlüğü kısıtlamaz; aksine, sanatın kalitesini artırır. Bu yüzden o sistem bana çok şey kattı.
Sahneye çıkarken hâlâ heyecanlanıyor musunuz, yoksa artık “Ben TRT sanatçısıyım, alıştım” havası mı var?
Tabii ki heyecan bitmez, bitmemeli de. Sahneye çıkarken hâlâ içimde bir kıpırtı olur. O heyecan, dinleyiciye duyduğum saygının ve sorumluluğun göstergesi aslında. “Ben TRT sanatçısıyım, alıştım” havasına girersem, işin ruhu kaybolur. Her sahne yeni bir yolculuktur benim için. İlk günkü özenle, ama yılların verdiği olgunlukla çıkıyorum izleyicinin karşısına.
Severek dinlenilen birçok beste ve türküleriniz var, ancak daha çok ön plana çıkan “Yazın Yağar Kar Başıma” türkünüzde ne vardı da unutulmuyor sizce?
“Yazın Yağar Kar Başıma” 1990 yılında yaptığım ilk eserlerimden bir tanesiydi. Sözleri, değerli ağabeyim Osman Nebioğlu’nun çocuk yaşta kaybettiği oğlunun acısıyla dizelere döktüğü bir şiirdi. Beni çok etkilemişti ve ben de bu duygu yoğunluğunu saz ve söze dökmüştüm. Zaten türküler ya acıdan ya da sevinçten doğar; yaşanmışlığı ve hikâyesi olmayan türküler uzun soluklu olmazlar. Bence unutulmamasının sebebi, o samimiyet ve duygunun yıllar geçse de geçerliliğini koruması.
“Yürekten Dile” albümünde neyi açığa çıkardınız, kalbinizin hangi köşesini?
“Yürekten Dile” albümünde, kalbimin en derin köşelerindeki duyguları, özlemleri ve yaşanmışlıkları açığa çıkardım. Albüm aşamasında pandemi olmuştu. Bu zorlu süreci stüdyoda geçirdim, bu da duygu olarak repertuvarıma ve bestelerime yansıdı. Bu albümle, zorlu zamanlarda sevgi, hüzün, umut ve bazen de kırgınlık... Her türkü, benim iç dünyamın bir parçası oldu. Dinleyenlerin de kendi yüreklerine dokunmasını istediğim, samimi ve içten bir yolculuktu bu albüm.
Bugüne kadar söyledikleriniz arasında “Bu benim türküm” dediğiniz, sizi özetleyen eser hangisi?
Beni en iyi anlatan türkü olarak “Düş De Gör”ü gösterebilirim. Çünkü içinde hem yaşamın zorlukları hem de umut vardır. Sözleri ve melodisiyle kendimi, duygularımı en iyi yansıttığımı hissediyorum. Bu türkü, sanat yolculuğumun ve kalbimin özeti gibi benim için.
O kadim şehir... Sesinizdeki bu yanık hâl Erzurum’un dağlarından, türkülerinden mi geliyor? Orada büyümek size ne öğretti, Palandöken’e bakarken hangi türküler doğdu içinizde?
Dadaşlar diyarı Erzurum, Sümmaniler, Emrahlar, Reyhaniler gibi ozanların yetiştiği ve Cumhuriyet’in temellerinin atıldığı bu kadim topraklarda doğmuş ve yaşamış olmam, müzik çalışmalarımda belirleyici oldu. Doğası ve kültürü, sesime o kendine has duygu ve yanıklığı kattı. Orada büyümek, hem zorlukları hem de güzellikleri iliklerime kadar hissetmemi sağladı. Palandöken’e bakarken içimde binlerce türkü doğdu; gurbet, sevda, hasret, hayatın acı-tatlı yanları... Hepsi o dağların, o coğrafyanın esintisiyle şekillendi. Erzurum’un türküleri sadece melodiden ibaret değil; yaşanmışlık, sabır ve inancın hikâyesi. Bu da beni ben yapan en önemli değerlerden biri.
“Düş De Gör” adını ilk duyduğumda masalsı gelmişti. Dinleyince yıkıldım, gözümden yaş aktı. Yüreğimden: ‘Türkü bu! Sadece eser değil, bu bir insanın içini kanatarak yazdığı bir ağıt gibi.’ Nurullah Akçayır’ın “Düş De Gör” adlı türküsü beni yürekten ağlatan türküdür. İşte şimdi o türkünün sahibine soruyorum: Nasıl çıktı bu acı?
“Düş De Gör” türküye başlamadan önce uzun süre düşündüğüm, yaşadığım duyguların bir yansımasıdır aslında. Her kelimesi, her notası derin bir hissiyatla yazıldı. Bu türkü, sadece bir ağıt değil, aynı zamanda umut ve direnç taşıyan bir yaşam hikâyesidir. İçindeki acıyı, hasreti, sevdayı en samimi şekilde anlatmak istedim. İnsanların kalbine dokunabilmesi için kendi yüreğimde hissetmem gerektiğini düşündüm. Böylece ortaya çıktı “Düş De Gör”: yüreği kanatan ama aynı zamanda güç veren bir türkü.
Turneler nasıl geçer? Kuliste çay mı içersiniz, yoksa türkü mü mırıldanırsınız?
Turneler yoğun ve yorucu geçer ama aynı zamanda çok keyiflidir. Konserlerimde türkülerimi ve sanatımı sevenlerimle buluşturuyor olmanın heyecanı ile kuliste bazen çay eşliğinde dinleniriz, sohbet ederiz. Bazen de içimizden gelen bir türkü ya da ezgiyi mırıldanırız; o anın ruhunu yakalamak için. Müzik her zaman bizimle, kulisin sessizliğinde bile. Bu anlar, hem dinlenme hem de motivasyon kaynağı olur.
Bağlamasız bir gününüz geçiyor mu, gerçekten? Hadi dürüst olun.
Bağlamasız bir günüm çok nadir olur. Dürüst olmak gerekirse, neredeyse hiç yok diyebilirim. Bağlama benim için sadece bir enstrüman değil; hayatımın bir parçası, öbür yarım, dostum ve sesim. Onunla olmadan kendimi eksik hissederim. Ama bazen dinlenmek ve başka şeylerle meşgul olmak da lazım tabii, o da gerekiyor. Evde genellikle sessizliği tercih ederim, çünkü sessizlik içimdeki sesleri duymamı sağlar. Ama bazen de Karacaoğlan, Emrah, Pir Sultan, Sümmani türküleri fonda çalar; o zaman kendimi Anadolu’nun kalbinde gibi hissederim. Müzik, bazen sessiz bir dost, bazen de coşkulu bir arkadaş gibidir benim için.
Ailenizden biri “Baba, artık biraz pop dinleyelim” dese ne yaparsınız?
Tabii ki saygı duyarım, müzik herkesin ruhuna iyi gelen farklı türlerde olabilir. Pop müzik de güzel, enerjik ve keyifli. Arada farklı türlere kulak vermek, müziğin çeşitliliğini hissetmek güzel olur. Kaliteli yapılmış her tür çalışmayı ben de dinliyorum. Belki birlikte yeni şeyler keşfederiz. Ama tabii, bağlamam hep elimde olacak!
Hiç türküyle aşk itirafı ettiniz mi?
Evet, türküyle aşk itirafı etmek çok özel bir şey. Çünkü türkü, duyguları en saf haliyle anlatır. Ben de birçok kez türkü söylerken, o an hissettiklerimi gizlemeden, içtenlikle aşkımı ifade ettim. Sözler ve melodi, kelimelerden daha güçlüdür bazen. Böylece duygularım en güzel şekilde karşı tarafa ulaşır.
Bir türküyü gözlerinizi kapatıp söylerken kimi hayal ediyorsunuz?
Genellikle, türkü söylerken o anki duyguma en çok dokunan kişiyi ya da uzaklarda olan sevdiklerimi hayal ederim. Bazen geçmişten bir anı, bazen de kalbimde özel bir yeri olan biri... O hayal, türküye daha fazla anlam ve duygu katar.
TRT sanatçısı olmak. Eskiden sanatçı olmak daha mı anlamlıydı sizce?
Eskiden TRT sanatçısı olmak gerçekten çok önemli ve saygın bir şeydi. Çünkü orası, sanatın disiplinle, kaliteyle buluştuğu bir yerdi. Bugün de değerli ama o dönemin zorlukları ve sıkı denetimi, sanatçıların kendini daha çok geliştirmesine vesile oldu. Yani eskiden sanatçı olmak farklı bir anlam taşıyordu; hem sorumluluk hem de onur demekti. Ama her dönem kendi şartlarında anlamlı ve değerli.
Besteleriniz arasında ön plana çıkan “Yazın Yağar Kar Başıma”yı söylemeyen, seslendirmeyen sanatçı kalmadı. Bir türkünün bu kadar sevilmesi size ne hissettiriyor?
“Yazın Yağar Kar Başıma” gibi bir türkünün bu kadar çok sanatçı tarafından seslendirilip sevilmesi, benim için büyük bir gurur ve onur kaynağıdır. Çünkü bu, türkünün ve içindeki duyguların evrensel olduğunu, insanlara dokunduğunu gösterir. Böyle bir eserin parçası olmak müziğin gerçek gücünü hissetmek demek. Bu da bana daha iyisini yapma konusunda ilham veriyor.
Name Müzik Yapım ve Stüdyosu adını duyunca, sanki sadece kayıt yapılan bir yer değildi; duyguların, hatıraların ve seslerin yuvası gibi hissediliyor. Böyle bir oluşumu kurma fikri nasıl doğdu?
“Name Müzik Yapım ve Stüdyosu” gerçekten benim için sadece bir iş yeri değil, adeta bir mabet gibi. Orada sadece kayıt yapılmaz; duygular, anılar, hikâyeler biriktirilir. Bu fikrin doğuşu, müziğin ruhunu koruyup ona saygı göstermek isteğimden kaynaklandı. İnsanların içinden geleni en samimi hâliyle yansıtabileceği, rahat ve güvenli bir ortam yaratmak istedik. Çünkü müzik, teknikten çok daha fazlası; yüreğin sesi, hayatın ritmi. Bu yüzden orası benim için kutsal bir yer.
Hemşeriniz rahmetli İbrahim Erkal ile 1997 Türkü Pınarı albümünüzde düet yaptığınız “Hani Yaylam Hani Senin Ezelin” türküsünü o dönem gündeme taşımıştınız. Şimdi de bir hatıra olarak kaldı. “İyi ki seslendirmişiz” diyor musunuz?
Evet, tabii ki. Sevgili İbrahim’le keyifle seslendirdiğimiz bir türkü olmasının yanı sıra kalıcı bir eser olmuştu. Kardeşimi bir kez daha rahmetle yâd ediyorum, mekânı cennet olsun. “Hani Yaylam Hani Senin Ezelin” gibi türküleri yeniden gündeme taşımak, Anadolu kültürüne ve türkülerimize sahip çıkmak açısından da çok önemliydi. Şimdi geriye dönüp baktığımda, “İyi ki o eseri seslendirmişiz” diyorum; çünkü türkülerin yaşaması ve yeni nesillere ulaşması için böyle paylaşımlar çok kıymetli. O güzel anılar her zaman yüreğimde yaşayacak.
Ve son olarak, Nurullah Akçayır kimdir sizce? Bir cümleyle ve Ses Dergisi okurlarına ne söylemek istersiniz?
Nurullah Akçayır, Anadolu’nun ruhunu bağlamasında ve türkülerinde yaşayan samimi bir halk müziği neferidir. Ses Dergisi okurlarına ise şunu söylemek isterim: Müzik yüreğinizle bağ kurduğunuzda anlam kazanır; her notada sevgi ve emek varsa, o eser sonsuza dek yaşar.
Ali Kaya