
Yeni Akit Gazetesi yazarı Abdurrahman Dilipak’ın 8 Eylül tarihli yazısının başlığı şöyle: “Girmediğimiz savaşta 22.663 kayıp!”
Yazıyı okudum özeti şu: Dilipak’ın ismini aldığı dayısı, 2. Dünya Harbi yıllarında vatan görevini yapmak üzere askere alınmış, fakat o bir daha evine dönmemiş. Hastalanmış ve vefat etmiş. Dayısı Abdurrahman’ın hastalığı neymiş, Ankara’da nerede tedavi görmüş, nerede ölmüş ve nereye gömülmüş, hâlâ öğrenememişler.
Dilipak ve bakanlık yapmış öteki dayısı Hasan Aksay, kendi ölülerini ararken, bir başka gerçekle yüzleşmişler. Meğer 2. Dünya Harbi sırasında ordumuzda resmi rakamlara göre 22 bin 663 kişi hayatını kaybetmiş. Gayri resmi rakam ise çok daha ürkütücü: Kayıpların 100 bin civarında olduğu tahmin ediliyormuş.
Dilipak’ın yazısının bu iddiayla ilgili bölümü şöyle:
“…Murat Bardakçı 1 Eylül’de bir yazı yazdı. Yazının başlığı ‘Bugün, İkinci Dünya Savaşı’nın 80. yıldönümüdür! Girmediğimiz bu savaşta 22 bin 663 şehid verdiğimizi bilir misiniz?’ idi. Bunun benimle ne alakası var?
Bu haberin devamı özetle şöyle: Büyük Millet Meclisi’nin 24 Ocak 1951’deki oturumunda Kore’ye gönderilen Türk Tugayı hakkında konuşan DP’nin Afyon Milletvekili Ali İhsan Sabis ortaya abartılı bir iddia attı ve ‘İkinci Dünya Harbi esnasında seferber edilmiş olan birliklerimizde bakımsızlık ve ihmal yüzünden ölen askerlerimizin sayısı, muharebe etmediğimiz halde 100 bine yakındır’ dedi. (…) CHP’nin yine eski bir subay olan Kars Milletvekili Hüsamettin Tugaç bu konuda bir soru önergesi verdi. Tugaç, MSB Hulûsi Köymen’in cevaplandırmasını istediği önergesinde, Ali İhsan Paşa’nın iddiasının doğru olup olmadığını soruyor ve ‘Şayet doğru değil ise, hakiki miktarı açıklayın’ diyordu. MSB Hulûsi Köymen, Tugaç’ın önergesine Meclis’in 6 Nisan 1951’deki oturumunda cevap verdi ve 2. Dünya Savaşı’nın patladığı 1939’un son dört ayı ile sona erdiği 1945’in ilk beş ayı arasında geçen 5 sene 9 ay 7 gün içerisinde toplam 22 bin 663 askerimizi kaybettiğimizi açıkladı.
Acı gerçek şu ki, sınırlarımızı bekleyen, kara, hava, deniz kuvvetlerine bağlı, subay, gedikli, er ve öğrenci askerlerimizden 22 bin 663’ü soğuk, açlık ve hastalık yüzünden kaybedilmiş. Bu rakam hastahanede hayatını kaybedenlerin sayısı. Meclis zabıtında ‘hastalanıp hava değişimi için memleketlerine gönderilen ve bir daha kendisinden haber alınamayan askerler’ bu toplama dâhil değil. İddia toplamın 100.000’e yakın olduğu şeklinde.
Bu konunun benimle ilgisi şöyle. Adını taşıdığım dayım, işte bu listede soğuk, açlık ve hastalık yüzünden hayatını kaybedenlerden.
Biliyorsunuz, Hasan Aksay benim dayım. Anne tarafından ailemizin en büyüğü Hasan Aksay. Baba tarafından ailemizin en büyüğü Maraş’ta yaşayan Mustafa Dilipak. Onlar kendi kardeşlerinin en küçükleri idi. Hasan Aksay 90 yaşına geldi. Ankara Üni’de okudu, Bakanlık yaptı, hep kardeşinin mezarını aradı, ama bir türlü bulamadı. Ve hâlâ da bulunmuş değil. Şimdi tekrar, bir kez daha, kayıtlar digitalleştirilirken, belki bulunur umudu ile MSB’ye yazı ile başvurdu. O hava değişimine gönderilmemişti. Ankara’da idi, nerede, nasıl hayatını kaybettiğini ve nereye gömüldüğünü bilmiyoruz. Ben 70’imi geçtim ve onun adını taşıyorum. Ama hâlâ dayımın mezarı nerede bilmiyorum…”
Babam da askerdeyken hastalanmış!
Bu yazıyı okuyunca doğrusu ürktüm. Çünkü rahmetli babam Muhittin Efendi, 2. Dünya Harbi patlak verdiğinde, askere alınanlardandı.
Ordumuzda Bitlis, Siirt, Batman, Beşiri hattında 4,5 yıl yazıcı olarak askerlik yapmış.
Askerliğinin üçüncü yılında ürtiker diye bir hastalığa yakalanmış, hastanede yatmış.
Erzurumlu bir binbaşı babama sahip çıkmış; Van tarafında, sulak yerdeki güzel bir karakola, nekahet dönemini geçirmek üzere, göndermişler.
Orada bir yıldan fazla kalmış, rahmetlinin kendi ifadesiyle, ‘öldürmeyen Allah öldürmediğinden hayatta kalmış ve terhis olup evine dönebilmiş.’
Dilipak’ın yazısını okuyunca babamın defalarca anlattığı askerlik hatıralarının bir kısmı hafızamda canlandı:
Babam; kalorifersiz kışlalarda kış ayları boyunca nasıl zorluklar içinde askerlik yaptıklarını, yıkanmak için dereleri kullandıklarını, kışın buz tutan derelerin buzlarını kırıp abdest almak durumunda kaldıklarını, ellerinde yıkadıkları çamaşırların kurumayıp nemli olarak giyindiklerini, sırtlarında, aylarca, kilometrelerce mesafelere gaz tenekelerini nasıl taşıdıklarını, bu sırada, pek çok askerin sırtının sızan gazlarla nasıl yanıp yaralandıklarını, Türkçeyi yeterince bilmeyen bölge halkıyla yaşadıkları traji-komik hadiseleri, özellikle kış aylarında, kışlaların çoğunda tuvalet olmaması, olanların da çalışmaması nedeniyle, askerlerden, geceleri dışarı çıkamayanların, merdivenleri pislettiğini ve merdivenlerin buzlanmasına sebep olduklarından, kayarak düşüp yaralananların olduğunu… pis koku ve bitin yaygınlığından, beslenme sorunlarına kadar, daha nice şeylerden söz ederdi.
Ama ben, babam Muhittin efendinin hikâyesini bir gencin 4,5 yıl gibi uzun süren ve en değerli yıllarını alan çok meşakkatli bir vatan vazifesi olarak dinlemişimdir hep.
Babam, yattığı hastanede ölen askerlerden de söz etmişti. Fakat o dönemde yaşanan ürkütücü asker kayıplarımızın miktarını ne o biliyordu ne de ben bugüne kadar öğrenebilmiştim.
Birinci Dünya Harbi’nin Sarıkamış Harekâtında 25 bin asker mi yoksa 100 bin asker mi kaybettik? Bu konuları çok ama çok fazla çalışıp konuşan tarihçilerimiz, acaba 2. Dünya Harbi’ni ve girmediğimiz savaşın korkunç kayıplarını ne zaman çalışıp ne zaman konuşacaklar?
Yazıyı okudum özeti şu: Dilipak’ın ismini aldığı dayısı, 2. Dünya Harbi yıllarında vatan görevini yapmak üzere askere alınmış, fakat o bir daha evine dönmemiş. Hastalanmış ve vefat etmiş. Dayısı Abdurrahman’ın hastalığı neymiş, Ankara’da nerede tedavi görmüş, nerede ölmüş ve nereye gömülmüş, hâlâ öğrenememişler.
Dilipak ve bakanlık yapmış öteki dayısı Hasan Aksay, kendi ölülerini ararken, bir başka gerçekle yüzleşmişler. Meğer 2. Dünya Harbi sırasında ordumuzda resmi rakamlara göre 22 bin 663 kişi hayatını kaybetmiş. Gayri resmi rakam ise çok daha ürkütücü: Kayıpların 100 bin civarında olduğu tahmin ediliyormuş.
Dilipak’ın yazısının bu iddiayla ilgili bölümü şöyle:
“…Murat Bardakçı 1 Eylül’de bir yazı yazdı. Yazının başlığı ‘Bugün, İkinci Dünya Savaşı’nın 80. yıldönümüdür! Girmediğimiz bu savaşta 22 bin 663 şehid verdiğimizi bilir misiniz?’ idi. Bunun benimle ne alakası var?
Bu haberin devamı özetle şöyle: Büyük Millet Meclisi’nin 24 Ocak 1951’deki oturumunda Kore’ye gönderilen Türk Tugayı hakkında konuşan DP’nin Afyon Milletvekili Ali İhsan Sabis ortaya abartılı bir iddia attı ve ‘İkinci Dünya Harbi esnasında seferber edilmiş olan birliklerimizde bakımsızlık ve ihmal yüzünden ölen askerlerimizin sayısı, muharebe etmediğimiz halde 100 bine yakındır’ dedi. (…) CHP’nin yine eski bir subay olan Kars Milletvekili Hüsamettin Tugaç bu konuda bir soru önergesi verdi. Tugaç, MSB Hulûsi Köymen’in cevaplandırmasını istediği önergesinde, Ali İhsan Paşa’nın iddiasının doğru olup olmadığını soruyor ve ‘Şayet doğru değil ise, hakiki miktarı açıklayın’ diyordu. MSB Hulûsi Köymen, Tugaç’ın önergesine Meclis’in 6 Nisan 1951’deki oturumunda cevap verdi ve 2. Dünya Savaşı’nın patladığı 1939’un son dört ayı ile sona erdiği 1945’in ilk beş ayı arasında geçen 5 sene 9 ay 7 gün içerisinde toplam 22 bin 663 askerimizi kaybettiğimizi açıkladı.
Acı gerçek şu ki, sınırlarımızı bekleyen, kara, hava, deniz kuvvetlerine bağlı, subay, gedikli, er ve öğrenci askerlerimizden 22 bin 663’ü soğuk, açlık ve hastalık yüzünden kaybedilmiş. Bu rakam hastahanede hayatını kaybedenlerin sayısı. Meclis zabıtında ‘hastalanıp hava değişimi için memleketlerine gönderilen ve bir daha kendisinden haber alınamayan askerler’ bu toplama dâhil değil. İddia toplamın 100.000’e yakın olduğu şeklinde.
Bu konunun benimle ilgisi şöyle. Adını taşıdığım dayım, işte bu listede soğuk, açlık ve hastalık yüzünden hayatını kaybedenlerden.
Biliyorsunuz, Hasan Aksay benim dayım. Anne tarafından ailemizin en büyüğü Hasan Aksay. Baba tarafından ailemizin en büyüğü Maraş’ta yaşayan Mustafa Dilipak. Onlar kendi kardeşlerinin en küçükleri idi. Hasan Aksay 90 yaşına geldi. Ankara Üni’de okudu, Bakanlık yaptı, hep kardeşinin mezarını aradı, ama bir türlü bulamadı. Ve hâlâ da bulunmuş değil. Şimdi tekrar, bir kez daha, kayıtlar digitalleştirilirken, belki bulunur umudu ile MSB’ye yazı ile başvurdu. O hava değişimine gönderilmemişti. Ankara’da idi, nerede, nasıl hayatını kaybettiğini ve nereye gömüldüğünü bilmiyoruz. Ben 70’imi geçtim ve onun adını taşıyorum. Ama hâlâ dayımın mezarı nerede bilmiyorum…”
Babam da askerdeyken hastalanmış!
Bu yazıyı okuyunca doğrusu ürktüm. Çünkü rahmetli babam Muhittin Efendi, 2. Dünya Harbi patlak verdiğinde, askere alınanlardandı.
Ordumuzda Bitlis, Siirt, Batman, Beşiri hattında 4,5 yıl yazıcı olarak askerlik yapmış.
Askerliğinin üçüncü yılında ürtiker diye bir hastalığa yakalanmış, hastanede yatmış.
Erzurumlu bir binbaşı babama sahip çıkmış; Van tarafında, sulak yerdeki güzel bir karakola, nekahet dönemini geçirmek üzere, göndermişler.
Orada bir yıldan fazla kalmış, rahmetlinin kendi ifadesiyle, ‘öldürmeyen Allah öldürmediğinden hayatta kalmış ve terhis olup evine dönebilmiş.’
Dilipak’ın yazısını okuyunca babamın defalarca anlattığı askerlik hatıralarının bir kısmı hafızamda canlandı:
Babam; kalorifersiz kışlalarda kış ayları boyunca nasıl zorluklar içinde askerlik yaptıklarını, yıkanmak için dereleri kullandıklarını, kışın buz tutan derelerin buzlarını kırıp abdest almak durumunda kaldıklarını, ellerinde yıkadıkları çamaşırların kurumayıp nemli olarak giyindiklerini, sırtlarında, aylarca, kilometrelerce mesafelere gaz tenekelerini nasıl taşıdıklarını, bu sırada, pek çok askerin sırtının sızan gazlarla nasıl yanıp yaralandıklarını, Türkçeyi yeterince bilmeyen bölge halkıyla yaşadıkları traji-komik hadiseleri, özellikle kış aylarında, kışlaların çoğunda tuvalet olmaması, olanların da çalışmaması nedeniyle, askerlerden, geceleri dışarı çıkamayanların, merdivenleri pislettiğini ve merdivenlerin buzlanmasına sebep olduklarından, kayarak düşüp yaralananların olduğunu… pis koku ve bitin yaygınlığından, beslenme sorunlarına kadar, daha nice şeylerden söz ederdi.
Ama ben, babam Muhittin efendinin hikâyesini bir gencin 4,5 yıl gibi uzun süren ve en değerli yıllarını alan çok meşakkatli bir vatan vazifesi olarak dinlemişimdir hep.
Babam, yattığı hastanede ölen askerlerden de söz etmişti. Fakat o dönemde yaşanan ürkütücü asker kayıplarımızın miktarını ne o biliyordu ne de ben bugüne kadar öğrenebilmiştim.
Birinci Dünya Harbi’nin Sarıkamış Harekâtında 25 bin asker mi yoksa 100 bin asker mi kaybettik? Bu konuları çok ama çok fazla çalışıp konuşan tarihçilerimiz, acaba 2. Dünya Harbi’ni ve girmediğimiz savaşın korkunç kayıplarını ne zaman çalışıp ne zaman konuşacaklar?