Milliyet’in T.C. Millî Eğitim Bakanlığı verilerine dayandırdığı 18 Eylül 2018 tarihli -tam da okulların 2018-2019 eğitim-öğretim yılına başladığı gün yayımlanmış- haberine göre ülkemizde okul öncesinden üniversiteye, bütün öğrenim aşamalarını dahil edince; 1 milyon 511 bini okul öncesi çağda, 16 milyon 299 bini ilkokul-ortaokul-lise çağında ve 7 buçuk milyonu üniversite çağında olmak üzere toplam 25 milyon 310 bin civarında öğrenci var.
Bu, Birleşmiş Milletler kayıtlarına göre 143 ülkenin nüfusundan daha kalabalık bir insan topluluğu demek.
5 buçuk milyon nüfuslu Finlandiya ve Danimarka; 7 milyon nüfuslu Bulgaristan; 10 milyon nüfuslu Azerbaycan ve 25 milyon nüfuslu Avustralya, bizdeki öğrenci sayısından daha az nüfusu olan o 143 ülkeden birkaçı…
Türkiye’de öğrenci rakamlarına biraz daha yakından bakınca şunları da görebiliyoruz:
Ülkemizde üniversite öncesi çağda öğrenim gören 17 milyon 810 bin öğrenci var. Bunların yaklaşık 1 milyon 230 bini şu anda 8’inci sınıf öğrencisi.
Ve onların da yaklaşık 1 milyonu, birkaç gün sonra Liselere Geçiş Sınavı (LGS) diye adlandırdığımız sınava girecek.
Ortaokul bitimiyle lise başlangıcını buluşturan bu sınav, ‘çocuklarımızın yaşamlarındaki ulusal ve resmi nitelikli ilk kader sınavı’ oluşu itibariyle hem akademik hem de psikolojik bakımdan oldukça önemli.
Keza; birkaç hafta sonra uygulanacak ve şimdiki adı Yükseköğretim Kurumları Sınavı (YKS) olan üniversite sınavlarının Temel Yeterlilik Testi (TYT-22 Haziran 2019) oturumuna 2 milyon 390 bin; Alan Yeterlilik Testi (AYT-23 Haziran 2019) oturumuna ise 1 milyon 990 bin civarında aday katılacak.
23 Haziran günü öğleden sonra gerçekleşecek Yabancı Dil Testi (YDT) sınavı da yine aynı bağlamda ama nispeten daha küçük rakamlarla (130 bin civarında öğrenciyle) karşımıza çıkıyor.
Sonuç olarak; 3 milyon civarındaki üniversite adayının yaklaşık 1 milyon 400 bini -başka bir deyişle yarıya yakını- şu anda 12’nci sınıf öğrencisi...
Demek ki ortaöğretimin farklı kategorilerine dağılmış ‘sınav grubu’ diye adlandırılan topluluk içerisinde 2 milyon 700 bin civarında çocuğumuz var.
Bunların önemli bir kısmı ve belki de tamamı şu anda yüksek stres altında; kaygılı, yorgun, kafası karmakarışık, hassas rehberliğe ihtiyaç duyan çocuklar…
***
Sayılar -dolayısıyla da istatistik-, gerçeği yansıtmak konusunda sözcüklerden çok daha işlevseldir. Bununla birlikte ekonomi-politik niteliklerimizden ya da planlama kültürümüzden kaynaklanıyor olsa gerek, tıpkı yukarıdaki gibi, ortaya istatistiğin konulduğu zamanlarda bizi rahatlatabilecek veri ve rakamlardan daha çok, ‘tedirgin edici veri ve rakamlarla’ karşılaşıyoruz.
‘Daha çok’ diyorum ama belki de ‘genellikle’ demeliyim…
Trajediye bakın ki sayıların körüklediği tedirginliği dindirmek de her seferinde sözcüklere -en çok da politik propaganda konuşmalarına- düşüyor.
Keşke öyle olmasaydı; ama mademki öyle, o halde şimdi biraz söze sığınmak ve çocuklarımıza şunları söylemek gerekiyor. Dolayısıyla buraya kadar sayılardan -ve yani gerçeklerden- söz etmişken buradan sonrasını ‘doğrular’ üzerine olsun:
Hayatımız hakkındaki en doğru şey şudur çocuklar:
‘Siz, bizim için en önemli, en değerli, en vaz geçilmez ve üzerine en titizce eğildiğimiz varlıklarımızsınız çocuklar’…
Politikadan, ekonomiden, gündelik kısır tartışmalardan, polemiklerden çok yüksektesiniz. Her ne kadar sizin, bizim, hepimizin hayatına ekonomi ve politika yön veriyor gibi gözükse de aslında tam tersi.
Daha doğrusu ‘tam tersi olmalı’!
Çünkü ‘siz’ gerçekten ve dosdoğru biçimde ‘geleceksiniz’!
Ekonomiye de politikaya da aslında geçmişten çok gelecek yön verir.
Hem felsefi anlamda ‘geleceğimizsiniz’ hem de istesek de istemesek de kronolojinin karşı konulamaz gücüyle bugün ülkeyi yönetenlerin yerine siz ‘geleceksiniz’!
O halde hiçbir zaman sizden daha önemli hiçbir mevzumuz olmayacak!
İkinci ‘doğrumuz’ şudur ki ‘sadece sizin kuşağınız değil, sizden öncekiler de zamanın molozlarıyla uğraştı; biz de aynı enkazın üzerinden aştık’…
Bu arada üzerinden aştığımız enkaza karışmamak için direndik, özel taktikler geliştirdik. Mesela ‘bazı şeylerin, bazı süreçlerin gelip geçici olduğuna ve önemli olanın içimizdeki umudu yitirmemek olduğuna inandık’. Ve yani aslolan her zaman hayattı!
Bazı noktalarda çuvallamış, kimi zaman çok ağır bedeller ödemiş olsak da bu strateji genelde işe yaradı. Bizi hayata bağladı…
Dolayısıyla hem 8’inci sınıftaki çocuklarımız hem de 12’nci sınıftaki gençlerimiz içinden geçtikleri süreci ‘harika manzaralı ve çok eğlenceli bir yolda karşılarına çıkan bir tünel gibi’ değerlendirip bittiğinde karşılaşacakları ‘güzelliklere’ -evet, şimdilik ihtimal düzeyinde olsa bile yine de onlara- odaklanmalılar.
Ne yazık ki önümüzdeki birkaç haftada oluşturabileceğimiz bir başka ihtimal yok.
Fakat elbette şu birkaç haftanın sonrası var.
Çok kullanışlı…
Her şeye açık…
İşte o bağlamda biz büyüklere düşen üç önemli sorumluluk var:
Birincisi (kısa vadede): Çocuklarımızı beklentilerimizin altında ezmemek…
İkincisi (orta vadede): maliyeti ne olursa olsun ulusal sınav sistemimizi gerçekten -ama gerçekten- modernleştirmek.
Üçüncüsü (uzun vadede) çocuklarımıza karşı samimi olmak… ‘Önemsiyoruz’ diyorsak gerçekten önemsemek…
‘Önemsiyormuş gibi’ yapmamak…
Bu, Birleşmiş Milletler kayıtlarına göre 143 ülkenin nüfusundan daha kalabalık bir insan topluluğu demek.
5 buçuk milyon nüfuslu Finlandiya ve Danimarka; 7 milyon nüfuslu Bulgaristan; 10 milyon nüfuslu Azerbaycan ve 25 milyon nüfuslu Avustralya, bizdeki öğrenci sayısından daha az nüfusu olan o 143 ülkeden birkaçı…
Türkiye’de öğrenci rakamlarına biraz daha yakından bakınca şunları da görebiliyoruz:
Ülkemizde üniversite öncesi çağda öğrenim gören 17 milyon 810 bin öğrenci var. Bunların yaklaşık 1 milyon 230 bini şu anda 8’inci sınıf öğrencisi.
Ve onların da yaklaşık 1 milyonu, birkaç gün sonra Liselere Geçiş Sınavı (LGS) diye adlandırdığımız sınava girecek.
Ortaokul bitimiyle lise başlangıcını buluşturan bu sınav, ‘çocuklarımızın yaşamlarındaki ulusal ve resmi nitelikli ilk kader sınavı’ oluşu itibariyle hem akademik hem de psikolojik bakımdan oldukça önemli.
Keza; birkaç hafta sonra uygulanacak ve şimdiki adı Yükseköğretim Kurumları Sınavı (YKS) olan üniversite sınavlarının Temel Yeterlilik Testi (TYT-22 Haziran 2019) oturumuna 2 milyon 390 bin; Alan Yeterlilik Testi (AYT-23 Haziran 2019) oturumuna ise 1 milyon 990 bin civarında aday katılacak.
23 Haziran günü öğleden sonra gerçekleşecek Yabancı Dil Testi (YDT) sınavı da yine aynı bağlamda ama nispeten daha küçük rakamlarla (130 bin civarında öğrenciyle) karşımıza çıkıyor.
Sonuç olarak; 3 milyon civarındaki üniversite adayının yaklaşık 1 milyon 400 bini -başka bir deyişle yarıya yakını- şu anda 12’nci sınıf öğrencisi...
Demek ki ortaöğretimin farklı kategorilerine dağılmış ‘sınav grubu’ diye adlandırılan topluluk içerisinde 2 milyon 700 bin civarında çocuğumuz var.
Bunların önemli bir kısmı ve belki de tamamı şu anda yüksek stres altında; kaygılı, yorgun, kafası karmakarışık, hassas rehberliğe ihtiyaç duyan çocuklar…
***
Sayılar -dolayısıyla da istatistik-, gerçeği yansıtmak konusunda sözcüklerden çok daha işlevseldir. Bununla birlikte ekonomi-politik niteliklerimizden ya da planlama kültürümüzden kaynaklanıyor olsa gerek, tıpkı yukarıdaki gibi, ortaya istatistiğin konulduğu zamanlarda bizi rahatlatabilecek veri ve rakamlardan daha çok, ‘tedirgin edici veri ve rakamlarla’ karşılaşıyoruz.
‘Daha çok’ diyorum ama belki de ‘genellikle’ demeliyim…
Trajediye bakın ki sayıların körüklediği tedirginliği dindirmek de her seferinde sözcüklere -en çok da politik propaganda konuşmalarına- düşüyor.
Keşke öyle olmasaydı; ama mademki öyle, o halde şimdi biraz söze sığınmak ve çocuklarımıza şunları söylemek gerekiyor. Dolayısıyla buraya kadar sayılardan -ve yani gerçeklerden- söz etmişken buradan sonrasını ‘doğrular’ üzerine olsun:
Hayatımız hakkındaki en doğru şey şudur çocuklar:
‘Siz, bizim için en önemli, en değerli, en vaz geçilmez ve üzerine en titizce eğildiğimiz varlıklarımızsınız çocuklar’…
Politikadan, ekonomiden, gündelik kısır tartışmalardan, polemiklerden çok yüksektesiniz. Her ne kadar sizin, bizim, hepimizin hayatına ekonomi ve politika yön veriyor gibi gözükse de aslında tam tersi.
Daha doğrusu ‘tam tersi olmalı’!
Çünkü ‘siz’ gerçekten ve dosdoğru biçimde ‘geleceksiniz’!
Ekonomiye de politikaya da aslında geçmişten çok gelecek yön verir.
Hem felsefi anlamda ‘geleceğimizsiniz’ hem de istesek de istemesek de kronolojinin karşı konulamaz gücüyle bugün ülkeyi yönetenlerin yerine siz ‘geleceksiniz’!
O halde hiçbir zaman sizden daha önemli hiçbir mevzumuz olmayacak!
İkinci ‘doğrumuz’ şudur ki ‘sadece sizin kuşağınız değil, sizden öncekiler de zamanın molozlarıyla uğraştı; biz de aynı enkazın üzerinden aştık’…
Bu arada üzerinden aştığımız enkaza karışmamak için direndik, özel taktikler geliştirdik. Mesela ‘bazı şeylerin, bazı süreçlerin gelip geçici olduğuna ve önemli olanın içimizdeki umudu yitirmemek olduğuna inandık’. Ve yani aslolan her zaman hayattı!
Bazı noktalarda çuvallamış, kimi zaman çok ağır bedeller ödemiş olsak da bu strateji genelde işe yaradı. Bizi hayata bağladı…
Dolayısıyla hem 8’inci sınıftaki çocuklarımız hem de 12’nci sınıftaki gençlerimiz içinden geçtikleri süreci ‘harika manzaralı ve çok eğlenceli bir yolda karşılarına çıkan bir tünel gibi’ değerlendirip bittiğinde karşılaşacakları ‘güzelliklere’ -evet, şimdilik ihtimal düzeyinde olsa bile yine de onlara- odaklanmalılar.
Ne yazık ki önümüzdeki birkaç haftada oluşturabileceğimiz bir başka ihtimal yok.
Fakat elbette şu birkaç haftanın sonrası var.
Çok kullanışlı…
Her şeye açık…
İşte o bağlamda biz büyüklere düşen üç önemli sorumluluk var:
Birincisi (kısa vadede): Çocuklarımızı beklentilerimizin altında ezmemek…
İkincisi (orta vadede): maliyeti ne olursa olsun ulusal sınav sistemimizi gerçekten -ama gerçekten- modernleştirmek.
Üçüncüsü (uzun vadede) çocuklarımıza karşı samimi olmak… ‘Önemsiyoruz’ diyorsak gerçekten önemsemek…
‘Önemsiyormuş gibi’ yapmamak…