
Ne kadar yıkasak ta bazı öfkeler taş izleri gibidir. Hiçbir şey yok sayarak yok olmaz. Dikkat ediniz; her insan nefreti irisinde. Her insanın nefreti onun aç uyuyan kara yılanı belki. Tok sayarak kimse yılanına arkasını dönmez. Yalana cömert olmak yalancıya ait hakikat…
Gördüklerimiz asla okuduklarımıza benzemedi. Beyaz daha koyu, siyah daha ağarmış… Gördüğümüz her şey sanki okuduklarımızdan çok yaşlı. Hatıranın ömürden uzun olması, yada hatıraların türbesi olmak böyle bir şey. Bazen ad verilmemiş kadar derin derin renkler çöker ya içimize, bazıları ay ışığı ödünç almış kurt, bazıları sigarasını yakacak kadar güneşten ateş dilenmiş tiryaki… Sen der; bazen vaatlerin, bazen biçareliğin, bazen yokuşa zorlanan ömrünün bedeli olarak doğdun… Paha ağır, baha sağır… Bu yüzden, her bedel ayrı bir yas çadırı kurar içimizde. Bu yüzden, asıl yazıklar hala sıra beklemektedir… Kaçar yaban oluruz, koşar şehir oluruz ama bir türlü kol omuzu tutmaz… Hasta kurt yine en gerideki kuzuya bakar, yavrulu kartal yavruyu kapınca tüner… Pahalı hükümdür bu!.. Yabanda olsan, şehirde olsan bu bedel senindir der, anne, vatan, tarih… Kuzuyu akıtan azgın nehir hep birilerine küfreder ya!.. Vasıfsız taş asla kıymetliye değmez… Siyah av kanatlarını saklar, beyaz papatyadan saklanır!... Bu yüzden, kumsalda güneşlenenler, içimizdeki mus yokuşlarını asla anlayamazlar...
Edepsiz bıçkın, edepli bıkkın!..
Ne kadar saklasak ta bazı öfkeler taş izleri gibidir.
Söylenmemiş sözler, cevap verilmemiş mektuplar… Sabır yüz ekşitse de zaman faturayı yırtmaz. Ne haz bayıltacak kadar özgürdür ne çile imdat dedirttirecek kadar yiğit… Dağlara fakir avucu gibi gömülü özürlü mağaralar bu cümleden. Özür sıklaşır, özürlü artar… O kadar çok ki, o kadar çok ki insanlar harabe parantezleri içinde... K. Tahir; “Taş devrinin, sırtında milyonlarca ton toprak, maden, kaya taşıyan mağaraları kalın tavanlı umutsuzluk…” Apansız çatladı çatlayacak…
Öfke boyutu siyah bir seccade büyüklüğünde ve sessiz bir secde hissiyatında… Bazıları o kadar secdede kaldı ki sırtlarında ot bitti. Bunu, habersiz materyalist olmuşların anlaması zor. Öyle ya, gölgeleri fatura kağıtlarına benzeyenler bunu ne anlasın. Çöp kutusu yerine akvaryum kullanan kedi, koltuk altında Babil’in asma bahçelerini ihya eden bahçivan pire!.. Tespit dediğin ırağın merdiveni. Suç hayalle kaşınır ama ne pire tarağa gelir ne kedi sırt üstü düşer…
Dünya suyu geçemeyenince, nehri içerek azaltın diyen akıllı dolu. Kapıkulu alışkanlığından kapıtanrılığına terfi eden maraba fikir… Ne diyelim, olanla bitenin hikayesinde, manzara fotoğrafının manzaradan kıymetli oluşu belki de budur!..
Hiç serseri tanıdınız mı bilmem? Kamyonu renginden tarif eden, iskambil kağıdıyla yırtık yamalayan türden. Hani şu sokak düşünüp, cadde konuşanlar var ya!.. Eminim böyleleri çok diyenler olmuştur. Dönem dönem serseriler mutasyon geçirir. Fötrlü horozdan, parfümlü tavuğa… Bunlar uyuz atı padişaha pazarlayan uyuz meziyetler. Elini sıktıça senide kaşındırır…
Anlamadıklarına hayal terörü deyip geçenler bu ayıptan zor temizlenir. Çünkü çıkarın ayakkabı numarasında doğanlar, hep o yaşta kalırlar. Kıyı buldukça martı boyar, güvercin fuarı açarlar… Ne diyelim başka… Başımızdaki izler kellikten değil, taş izlerinde kuruyan çimenler yüzünden…
Vesselam…
Gördüklerimiz asla okuduklarımıza benzemedi. Beyaz daha koyu, siyah daha ağarmış… Gördüğümüz her şey sanki okuduklarımızdan çok yaşlı. Hatıranın ömürden uzun olması, yada hatıraların türbesi olmak böyle bir şey. Bazen ad verilmemiş kadar derin derin renkler çöker ya içimize, bazıları ay ışığı ödünç almış kurt, bazıları sigarasını yakacak kadar güneşten ateş dilenmiş tiryaki… Sen der; bazen vaatlerin, bazen biçareliğin, bazen yokuşa zorlanan ömrünün bedeli olarak doğdun… Paha ağır, baha sağır… Bu yüzden, her bedel ayrı bir yas çadırı kurar içimizde. Bu yüzden, asıl yazıklar hala sıra beklemektedir… Kaçar yaban oluruz, koşar şehir oluruz ama bir türlü kol omuzu tutmaz… Hasta kurt yine en gerideki kuzuya bakar, yavrulu kartal yavruyu kapınca tüner… Pahalı hükümdür bu!.. Yabanda olsan, şehirde olsan bu bedel senindir der, anne, vatan, tarih… Kuzuyu akıtan azgın nehir hep birilerine küfreder ya!.. Vasıfsız taş asla kıymetliye değmez… Siyah av kanatlarını saklar, beyaz papatyadan saklanır!... Bu yüzden, kumsalda güneşlenenler, içimizdeki mus yokuşlarını asla anlayamazlar...
Edepsiz bıçkın, edepli bıkkın!..
Ne kadar saklasak ta bazı öfkeler taş izleri gibidir.
Söylenmemiş sözler, cevap verilmemiş mektuplar… Sabır yüz ekşitse de zaman faturayı yırtmaz. Ne haz bayıltacak kadar özgürdür ne çile imdat dedirttirecek kadar yiğit… Dağlara fakir avucu gibi gömülü özürlü mağaralar bu cümleden. Özür sıklaşır, özürlü artar… O kadar çok ki, o kadar çok ki insanlar harabe parantezleri içinde... K. Tahir; “Taş devrinin, sırtında milyonlarca ton toprak, maden, kaya taşıyan mağaraları kalın tavanlı umutsuzluk…” Apansız çatladı çatlayacak…
Öfke boyutu siyah bir seccade büyüklüğünde ve sessiz bir secde hissiyatında… Bazıları o kadar secdede kaldı ki sırtlarında ot bitti. Bunu, habersiz materyalist olmuşların anlaması zor. Öyle ya, gölgeleri fatura kağıtlarına benzeyenler bunu ne anlasın. Çöp kutusu yerine akvaryum kullanan kedi, koltuk altında Babil’in asma bahçelerini ihya eden bahçivan pire!.. Tespit dediğin ırağın merdiveni. Suç hayalle kaşınır ama ne pire tarağa gelir ne kedi sırt üstü düşer…
Dünya suyu geçemeyenince, nehri içerek azaltın diyen akıllı dolu. Kapıkulu alışkanlığından kapıtanrılığına terfi eden maraba fikir… Ne diyelim, olanla bitenin hikayesinde, manzara fotoğrafının manzaradan kıymetli oluşu belki de budur!..
Hiç serseri tanıdınız mı bilmem? Kamyonu renginden tarif eden, iskambil kağıdıyla yırtık yamalayan türden. Hani şu sokak düşünüp, cadde konuşanlar var ya!.. Eminim böyleleri çok diyenler olmuştur. Dönem dönem serseriler mutasyon geçirir. Fötrlü horozdan, parfümlü tavuğa… Bunlar uyuz atı padişaha pazarlayan uyuz meziyetler. Elini sıktıça senide kaşındırır…
Anlamadıklarına hayal terörü deyip geçenler bu ayıptan zor temizlenir. Çünkü çıkarın ayakkabı numarasında doğanlar, hep o yaşta kalırlar. Kıyı buldukça martı boyar, güvercin fuarı açarlar… Ne diyelim başka… Başımızdaki izler kellikten değil, taş izlerinde kuruyan çimenler yüzünden…
Vesselam…