
Bugünkü yazımı Kudüs’te dinlerin ve medeniyetlerin beşiğinde,yoğun bir program içerisinde olduğum için yetiştiremeyeceğimi düşünüyordum. Hatta bu hafta için affımı bile talep ettim. Ancak yazamayacağımı düşünsem de geçen hafta Türk Büyükelçiliği önünde Kur'an-ı Kerim yakılacağı iddia edilen eyleme onay verilmesi ve bugün başka sosyal medya mecralarında benzer görüntülerle karşılaşmış olmam beni derinden etkiledi.
Özgürlüklerden, saygıdan bahseden Avrupa’nın konu Müslümanlık ve İslam olunca büründükleri kuzu postundan çıkıp, kalan tek dişlerini daha kanlı bir şekilde göstermeleri, aslında çok da şaşırtmıyor bizleri. Yaşananlar elbette ki İslam karşıtlığını körüklerken nefret suçunu da tetikliyor. Tüm hukukçuların bu noktada (nefret suçunun işlendiği noktasında) hem fikir olsam da bunun aynı zamanda dini değerleri aşağılama olduğunu da mutlak suretle belirtmekte fayda görüyorum.
Konuyu ifade özgürlüğü olarak değerlendirirken, diğer tarafta kullanılan ifadelerden, davranışlardan rahatsız olan kesimleri ise bu ifade hürriyetinin de sınırlarının olması gerektiğini düşünenleri de gözden kaçırmamak gerekiyor. Nefret söylemi kişilerin yaşamış olduğu toplumda birbirlerinin, din, inanç, ırk gibi farklı olan taraflarına tahammül edememe ve bunlara karşı hoşgörülü olmamasıdır.
Bunu ifade özgürlüğü olarak gören devletin nefret söylemi olarak nitelendirilebileceğimiz bir ifade, davranış söz konusu olduğunda, kutsal kitabı parçalandığında bu davranışlardan etkilenen toplumdaki diğer bireylerin inanç ve kanaatlerinin korunması bağlamındaki görevleri ne olacaktır? Zira devletlerin bu noktada pozitif yükümlülükleri vardır ve bunları yerine getirmelidir.
Günümüzde iyice artan islamafobi ve dinsel fanatikler, dine küfretmeyi bir başarı saymakta ve bu davranışlarını cezalandıran yasal düzenlemelerin olmayışını yapmış oldukları saldırıları mazur gösterebilmek amacıyla sömürmektedirler. Bu da elbette ki bir huzursuzluk ve hoşgörüsüzlük ortamı yaratmaktadır.

Uluslararası mevzuatlarda düzenlenmiş olan temel insan hakları normları, bireylere birtakım hak ve özgürlükler vermekle birlikte aynı normlar başka bireyler için birtakım ödevler doğurabilmektedir. Özellikle bu tip yükümlülükler, üçüncü kişiler açısından yapmama, zorlamama ve engellememe şeklinde negatif yükümlülük olarak ortaya çıkmaktadır. Yani bir hakkın korunmasında diğer haklarla arasında denge kurulmaya çalışılmak zorundadır. Bu durum toplum menfaatleri ile bireyin menfaatleri arasında adil bir denge kurulmasını zorunlu kılmaktadır.
Altını tekrar tekrar çizmem gerekir ki bu durumda pozitif yükümlülük olarak devletin kontrolünde gerçekleşmelidir. Gözümüzün nuru Kuran-ı Kerim’imize, iki cihan serverimize, yüce dinimize dünya durdukça hep saldırı oldu ve olacak. Bu noktada kişilere odaklanarak Müslüman düşmanlığını körükleyecek davranışlardan ziyade, çabalar uluslararası mecralarda ve devlet düzeyinde gösterilmeli, konu uluslararası mahkemelere taşınmalıdır. Müslümanlığın bize aşıladığı davranış şekliyle karşılık verilmelidir.
Yazımın başında da belirttiğim gibi Kudüs’te, Filistinli kardeşlerimizin gösterdiği direnişi göstermeli her birimiz. Ve her birimiz Müslümanlar olarak İslam’a yakışır şekilde tepkimizi vermeli, dini değerlerimize saldıranlara uluslararası hukuk önünde hesabını sormalıyız. Dinimizin son din, Peygamberimizin son Peygamber olduğunu dünya döndükçe de İslam nurunun devam edeceğini aklımızdan çıkarmamalıyız.
Sözlerimi Peygamber Efendimizin (sav) Hz. Ebubekir ile Mekke’den hicret ederken sığındıkları Sevr Mağarasında, müşriklerin mağaranın ağzına kadar geldiklerinde, Ebubekir Efendimiz endişeye kapıldığında söylediği cümleyle bitirmek istiyorum.
‘’La Tahzen (Üzülme), Allah Bizimle beraberdir’’
Özgürlüklerden, saygıdan bahseden Avrupa’nın konu Müslümanlık ve İslam olunca büründükleri kuzu postundan çıkıp, kalan tek dişlerini daha kanlı bir şekilde göstermeleri, aslında çok da şaşırtmıyor bizleri. Yaşananlar elbette ki İslam karşıtlığını körüklerken nefret suçunu da tetikliyor. Tüm hukukçuların bu noktada (nefret suçunun işlendiği noktasında) hem fikir olsam da bunun aynı zamanda dini değerleri aşağılama olduğunu da mutlak suretle belirtmekte fayda görüyorum.
Konuyu ifade özgürlüğü olarak değerlendirirken, diğer tarafta kullanılan ifadelerden, davranışlardan rahatsız olan kesimleri ise bu ifade hürriyetinin de sınırlarının olması gerektiğini düşünenleri de gözden kaçırmamak gerekiyor. Nefret söylemi kişilerin yaşamış olduğu toplumda birbirlerinin, din, inanç, ırk gibi farklı olan taraflarına tahammül edememe ve bunlara karşı hoşgörülü olmamasıdır.
Bunu ifade özgürlüğü olarak gören devletin nefret söylemi olarak nitelendirilebileceğimiz bir ifade, davranış söz konusu olduğunda, kutsal kitabı parçalandığında bu davranışlardan etkilenen toplumdaki diğer bireylerin inanç ve kanaatlerinin korunması bağlamındaki görevleri ne olacaktır? Zira devletlerin bu noktada pozitif yükümlülükleri vardır ve bunları yerine getirmelidir.
Günümüzde iyice artan islamafobi ve dinsel fanatikler, dine küfretmeyi bir başarı saymakta ve bu davranışlarını cezalandıran yasal düzenlemelerin olmayışını yapmış oldukları saldırıları mazur gösterebilmek amacıyla sömürmektedirler. Bu da elbette ki bir huzursuzluk ve hoşgörüsüzlük ortamı yaratmaktadır.

Uluslararası mevzuatlarda düzenlenmiş olan temel insan hakları normları, bireylere birtakım hak ve özgürlükler vermekle birlikte aynı normlar başka bireyler için birtakım ödevler doğurabilmektedir. Özellikle bu tip yükümlülükler, üçüncü kişiler açısından yapmama, zorlamama ve engellememe şeklinde negatif yükümlülük olarak ortaya çıkmaktadır. Yani bir hakkın korunmasında diğer haklarla arasında denge kurulmaya çalışılmak zorundadır. Bu durum toplum menfaatleri ile bireyin menfaatleri arasında adil bir denge kurulmasını zorunlu kılmaktadır.
Altını tekrar tekrar çizmem gerekir ki bu durumda pozitif yükümlülük olarak devletin kontrolünde gerçekleşmelidir. Gözümüzün nuru Kuran-ı Kerim’imize, iki cihan serverimize, yüce dinimize dünya durdukça hep saldırı oldu ve olacak. Bu noktada kişilere odaklanarak Müslüman düşmanlığını körükleyecek davranışlardan ziyade, çabalar uluslararası mecralarda ve devlet düzeyinde gösterilmeli, konu uluslararası mahkemelere taşınmalıdır. Müslümanlığın bize aşıladığı davranış şekliyle karşılık verilmelidir.
Yazımın başında da belirttiğim gibi Kudüs’te, Filistinli kardeşlerimizin gösterdiği direnişi göstermeli her birimiz. Ve her birimiz Müslümanlar olarak İslam’a yakışır şekilde tepkimizi vermeli, dini değerlerimize saldıranlara uluslararası hukuk önünde hesabını sormalıyız. Dinimizin son din, Peygamberimizin son Peygamber olduğunu dünya döndükçe de İslam nurunun devam edeceğini aklımızdan çıkarmamalıyız.
Sözlerimi Peygamber Efendimizin (sav) Hz. Ebubekir ile Mekke’den hicret ederken sığındıkları Sevr Mağarasında, müşriklerin mağaranın ağzına kadar geldiklerinde, Ebubekir Efendimiz endişeye kapıldığında söylediği cümleyle bitirmek istiyorum.
‘’La Tahzen (Üzülme), Allah Bizimle beraberdir’’