
Halk arasında “çiçek başı otlamak” diye bir deyim kullanılmaktadır. Bu tabir, her otu beğenmeyen, yemede isteksiz davranan, çiçeklerin sadece üst kısımlarını yiyen hayvanlar için kullanılmaktadır. Köylü vatandaş çiçek başı otlayan hayvanın etinin ve sütünün az olacağını, hastalıklara çabuk yakalanıp kendisine sorun çıkaracağını bildiği için bu tür hayvanlara kısmen de sorunlu anlamında “çiçek başı otluyor” tanımlamasını vermişler, daha sonra yemek seçiminde titiz olan, her yemeği yemeyen kişiler için de bu tanımı kullanır olmuşlardır.
Otu dibinden koparan, gerekirse otun kökünü toprakla yiyen hayvanlar daha sağlıklı; et ve süt bakımından daha verimli olmaktadırlar.
Günümüzde yeni nesilde de bir şey beğenmeme hastalığı oluştu. Aileler mutlu çocuk yetiştireyim derken, dayanıksız, sorunlu nesil yetiştirmeye başladılar. Yemeleri için bin bir dereden çiçek derlenip getirilen çocuklar, her şeyin hazırına ve kalitesine alışır oldular. Aileler çocuklarına yokluğu, yoksulluğu göstermemeye çalıştı, mahrumiyeti kendileri, varlığı ise çocukları için bildiler.
Yeni neslin acı eşiği çok düşük oldu, onlar düşmeden bağırmaya, kalkmak için ellerinden tutulmasına alıştılar. Her şeyin hazırı sunulduğu için onlar, hayatın sonuç kısmı ile meşgul oldular, süreci tahlil etmede geç kaldılar, bizim onlara verdiğimiz dünya ile dışarda onları bekleyen dünya arasında uçurumlar oluşmaya başladı.
“Babalar çocuklarına taht alır da baht alamazmış” diye bir sözümüz vardır. Baba tahtı kurar ama o tahta oturmak çocuklara kalmıştır. Çocuklar hayata karşı dayanıklı yetiştirilmeyince babalarından kalan taht üzerinde hüküm sürmeleri mümkün olmamaktadır. “Akıllı oğul ne etsin malı, akılsız oğlan neylesin malı” atasözümüzle akılsız oğlun malı har vurup harman savuracağını; akıllı, kendini iyi yetiştirmiş evladın ise mal mülk edinmede zorluk yaşamayacağı gerçeğini dile getirmişizdir.
Dışarının aşırı güvensiz oluşu, çocuk sayısının az olması, ailelerin çocuklara çok fazla anlam yüklemesi, toplum olarak normal akan hayat nizamımızı sekteye uğrattı. Elbette her can, her çocuk çok değerlidir, onların korunması hayata karşı en güzel şekilde yetiştirilmesi başta aileler olmak üzere herkesin görevidir. Fakat koruyuculuk noktasında abartıya kaçılması, çocukların fıtri özelliklerini bozduğu gibi, onların özgüvenlerinin oluşmasını, kendi ayakları üzerine durabilmeyi öğrenmesini de olumsuz etkiledi. Aşırı derecede korunan çocuklar zamanla kendilerini koruyamaz oldular.
Cahiliye döneminde insanlar helvadan putlar yapıp ona taparlardı, günümüzde de ise bazı aileler çocuk yapıp, ona tapmaya başladılar. Anneler önce çocuklarının sonra da torunlarının bakıcısı konumuna geldiler.
Her şey çocuklar üzerinden düşünüldüğü için toplumun mutluluk alanı kısıtlandı ve hatta çocuklar ile sınırlı kaldı. Naz ile büyütülen çocuklar en sonunda kendi ebeveynlerine karşı o nazı göstermede cimri davrandılar. Çocukları sevmek doğal, anne babayı sevmek ise kısmen doğal ama özellikle sorumluluk duygusu ve yetiştirme ile ilgili bir durumdur. Çocukken sorumluluk alma duyguları köreltilen insanlar, en başta kendi anne babalarına karşı olan vazifelerini yerine getirmede yavaş davrandılar bu nedenle huzurevlerinde yaşlıların sayıları daha fazla artmaya başladı.
Otu dibinden koparan, gerekirse otun kökünü toprakla yiyen hayvanlar daha sağlıklı; et ve süt bakımından daha verimli olmaktadırlar.
Günümüzde yeni nesilde de bir şey beğenmeme hastalığı oluştu. Aileler mutlu çocuk yetiştireyim derken, dayanıksız, sorunlu nesil yetiştirmeye başladılar. Yemeleri için bin bir dereden çiçek derlenip getirilen çocuklar, her şeyin hazırına ve kalitesine alışır oldular. Aileler çocuklarına yokluğu, yoksulluğu göstermemeye çalıştı, mahrumiyeti kendileri, varlığı ise çocukları için bildiler.
Yeni neslin acı eşiği çok düşük oldu, onlar düşmeden bağırmaya, kalkmak için ellerinden tutulmasına alıştılar. Her şeyin hazırı sunulduğu için onlar, hayatın sonuç kısmı ile meşgul oldular, süreci tahlil etmede geç kaldılar, bizim onlara verdiğimiz dünya ile dışarda onları bekleyen dünya arasında uçurumlar oluşmaya başladı.
“Babalar çocuklarına taht alır da baht alamazmış” diye bir sözümüz vardır. Baba tahtı kurar ama o tahta oturmak çocuklara kalmıştır. Çocuklar hayata karşı dayanıklı yetiştirilmeyince babalarından kalan taht üzerinde hüküm sürmeleri mümkün olmamaktadır. “Akıllı oğul ne etsin malı, akılsız oğlan neylesin malı” atasözümüzle akılsız oğlun malı har vurup harman savuracağını; akıllı, kendini iyi yetiştirmiş evladın ise mal mülk edinmede zorluk yaşamayacağı gerçeğini dile getirmişizdir.
Dışarının aşırı güvensiz oluşu, çocuk sayısının az olması, ailelerin çocuklara çok fazla anlam yüklemesi, toplum olarak normal akan hayat nizamımızı sekteye uğrattı. Elbette her can, her çocuk çok değerlidir, onların korunması hayata karşı en güzel şekilde yetiştirilmesi başta aileler olmak üzere herkesin görevidir. Fakat koruyuculuk noktasında abartıya kaçılması, çocukların fıtri özelliklerini bozduğu gibi, onların özgüvenlerinin oluşmasını, kendi ayakları üzerine durabilmeyi öğrenmesini de olumsuz etkiledi. Aşırı derecede korunan çocuklar zamanla kendilerini koruyamaz oldular.
Cahiliye döneminde insanlar helvadan putlar yapıp ona taparlardı, günümüzde de ise bazı aileler çocuk yapıp, ona tapmaya başladılar. Anneler önce çocuklarının sonra da torunlarının bakıcısı konumuna geldiler.
Her şey çocuklar üzerinden düşünüldüğü için toplumun mutluluk alanı kısıtlandı ve hatta çocuklar ile sınırlı kaldı. Naz ile büyütülen çocuklar en sonunda kendi ebeveynlerine karşı o nazı göstermede cimri davrandılar. Çocukları sevmek doğal, anne babayı sevmek ise kısmen doğal ama özellikle sorumluluk duygusu ve yetiştirme ile ilgili bir durumdur. Çocukken sorumluluk alma duyguları köreltilen insanlar, en başta kendi anne babalarına karşı olan vazifelerini yerine getirmede yavaş davrandılar bu nedenle huzurevlerinde yaşlıların sayıları daha fazla artmaya başladı.