
Atatürk’ün din konusundaki düşünceleri incelendiğinde onun İslâm dininin aydınlık özüne kuvvetle sahip çıktığı görülür. 29 Ekim 1923’te kendisiyle görüşen Fransız gazeteci Maurice Pernot’a verdiği demeçte, “Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliğiyle dindar olmalıdır demek istiyorum, dinime bizzat nasıl hakikate inanıyorsam buna da öyle inanıyorum. Şuura muhalif, terakkiye engel hiçbir şey ihtiva etmiyor” diyerek (a.g.e., III, 70; Karal, s. 66) bâtıl inançlardan arınmış bir dindarlığı, doğru bilgilere dayalı bir inanç yapısını milletin ilerlemesi ve bekası için ne kadar önemli gördüğünü, İslâmiyet’in en son ve mükemmel bir din olarak akıl ve mantıkla çelişmediği ve bu yönüyle de bir din-bilim çatışmasına yol açmadığı düşüncesinde olduğunu ortaya koymuştur.
Mustafa Kemal dinin kutsal saydığı değerlere ve kavramlara olan saygısını her fırsatta ifade etmiştir. Meselâ, “Hz. Muhammed Allah’ın birinci ve en büyük kuludur. Onun izinde bugün milyonlarca kişi yürüyor. Benim adım, senin adın silinir, fakat o sonsuza kadar ölümsüzdür” sözleriyle İslâm peygamberinin insanlık tarihindeki yerine işaret etmiştir (Sarıkoyuncu, Atatürk, Din ve Din Adamları, s. 29).
Dinin ana kaynaklarından öğrenilmesi gerektiğini düşünen Atatürk, toplumun en doğru bilgilerin yer aldığı Kur’an tefsiri ve hadis kitapları ile aydınlatılması yönünde bazı girişimlerde bulunmuştur. Öncelikle Kur’ân-ı Kerîm’in tefsirinin hazırlanması için Elmalılı Muhammed Hamdi’ye tâlimat vermiştir. Mehmed Vehbi Efendi’nin de Hulâsatü’l-beyân adlı eserini böyle bir teşvik sonunda yazdığı bilinmektedir. Belli başlı dinî kaynakların Türkçe’ye çevrilmesi meselesi Atatürk’ün girişimleri sonucu meclise taşınmış ve 21 Şubat 1925 tarihli bütçe görüşmelerinde mecliste dinî neşriyat konusu ele alınarak meâl ve tefsir faaliyetlerinde harcanmak üzere Diyanet İşleri Riyâseti bütçesine 20.000 lira ödenek aktarılmasına karar verilmiştir. Bu arada Tecrîd-i Sarîh’in tercümesinin yapılması için Kâmil Miras’ın, Kur’ân-ı Kerîm’in Türkçe meâli için de Mehmed Âkif’in (Ersoy) görevlendirilmesi kararlaştırılmıştır. Bu teşebbüsler neticesinde Elmalılı Muhammed Hamdi’nin Hak Dini Kur’an Dili adlı eseriyle Kâmil Miras’ın Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi Diyanet İşleri Riyâseti tarafından neşredilmiştir. Atatürk, Kur’an’ın tercüme edilmesine gerekçe olarak da şunları söylemiştir: “Türk milleti Kur’an’ın arkasından koşuyor, fakat onun ne dediğini anlamıyor, içinde neler var bilmiyor ve bilmeden ibadet ediyor. Benim maksadım arkasından koştuğu kitapta neler olduğunu Türk anlasın” (Gürtaş, s. 41). Öte yandan Atatürk’ün emriyle camilerde Kur’an’ın Türkçe meâli de okunmuştur. Ancak meâl namaz kılınırken değil, namazdan önce veya sonra Kur’an’dan okunan kısımların mânasının anlaşılması maksadıyla okunmuştur (a.g.e., s. 42).
Okullarda din eğitimini şart görmüş
Mustafa Kemal, ayrıca dinin iyi öğrenilip öğretilmesi için eğitim kurumlarına ihtiyaç olduğunu biliyordu. “Hepimiz eşitiz ve dinimizin hükümlerini eşit düzeyde öğrenmeye mecburuz. Her fert dinini, diyanetini, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası da mekteptir” şeklindeki sözleri (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, II, 94), din eğitiminin okullarda ve devlet tarafından verilmesinin gereğine dikkat çekmektedir.
Mustafa Kemal dinin kutsal saydığı değerlere ve kavramlara olan saygısını her fırsatta ifade etmiştir. Meselâ, “Hz. Muhammed Allah’ın birinci ve en büyük kuludur. Onun izinde bugün milyonlarca kişi yürüyor. Benim adım, senin adın silinir, fakat o sonsuza kadar ölümsüzdür” sözleriyle İslâm peygamberinin insanlık tarihindeki yerine işaret etmiştir (Sarıkoyuncu, Atatürk, Din ve Din Adamları, s. 29).
Dinin ana kaynaklarından öğrenilmesi gerektiğini düşünen Atatürk, toplumun en doğru bilgilerin yer aldığı Kur’an tefsiri ve hadis kitapları ile aydınlatılması yönünde bazı girişimlerde bulunmuştur. Öncelikle Kur’ân-ı Kerîm’in tefsirinin hazırlanması için Elmalılı Muhammed Hamdi’ye tâlimat vermiştir. Mehmed Vehbi Efendi’nin de Hulâsatü’l-beyân adlı eserini böyle bir teşvik sonunda yazdığı bilinmektedir. Belli başlı dinî kaynakların Türkçe’ye çevrilmesi meselesi Atatürk’ün girişimleri sonucu meclise taşınmış ve 21 Şubat 1925 tarihli bütçe görüşmelerinde mecliste dinî neşriyat konusu ele alınarak meâl ve tefsir faaliyetlerinde harcanmak üzere Diyanet İşleri Riyâseti bütçesine 20.000 lira ödenek aktarılmasına karar verilmiştir. Bu arada Tecrîd-i Sarîh’in tercümesinin yapılması için Kâmil Miras’ın, Kur’ân-ı Kerîm’in Türkçe meâli için de Mehmed Âkif’in (Ersoy) görevlendirilmesi kararlaştırılmıştır. Bu teşebbüsler neticesinde Elmalılı Muhammed Hamdi’nin Hak Dini Kur’an Dili adlı eseriyle Kâmil Miras’ın Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi Diyanet İşleri Riyâseti tarafından neşredilmiştir. Atatürk, Kur’an’ın tercüme edilmesine gerekçe olarak da şunları söylemiştir: “Türk milleti Kur’an’ın arkasından koşuyor, fakat onun ne dediğini anlamıyor, içinde neler var bilmiyor ve bilmeden ibadet ediyor. Benim maksadım arkasından koştuğu kitapta neler olduğunu Türk anlasın” (Gürtaş, s. 41). Öte yandan Atatürk’ün emriyle camilerde Kur’an’ın Türkçe meâli de okunmuştur. Ancak meâl namaz kılınırken değil, namazdan önce veya sonra Kur’an’dan okunan kısımların mânasının anlaşılması maksadıyla okunmuştur (a.g.e., s. 42).
Okullarda din eğitimini şart görmüş
Mustafa Kemal, ayrıca dinin iyi öğrenilip öğretilmesi için eğitim kurumlarına ihtiyaç olduğunu biliyordu. “Hepimiz eşitiz ve dinimizin hükümlerini eşit düzeyde öğrenmeye mecburuz. Her fert dinini, diyanetini, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası da mekteptir” şeklindeki sözleri (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, II, 94), din eğitiminin okullarda ve devlet tarafından verilmesinin gereğine dikkat çekmektedir.