Dün, yeni eğitim-öğretim yılı için ‘toprağa ilk çapayı vurduk’.
Hayırlı, uğurlu olsun!
Yanlış okumadınız, ‘çapa vurmak’ deyimini bile isteye kullandım; çünkü ben, okullarda yeni süreçlerin başlama anlarına bakarken nutuklarla uzayan -ve daha çok bir bitişi andıran- o şatafatlı kurdale kesme törenlerini değil, ilk çapanın alkışlar eşliğinde toprağa vurulduğu mütavazı arkeolojik kazı başlangıcı seramonilerini görürüm. Öyle hayal ederim. Akademik yılla birlikte başlayan şey, saklı değerlere ve potansiyellere dönük yarı ütopik bir kazıdır çünkü…
Niye yarısı ütopik?
Diğer yarısı ne?..
Bu konuya sonra başka bir yazıda değiniriz belki.
Şimdi izninizle geçtiğimiz haftaya dönmek istiyorum:
Biliyorsunuz; bayramdı, bitti…
Ve bayram, orman yangınının üzerine inen eylül yağmuruna benzedi bu kez.
Kimi, ne kadar sevindirdi ya da herkesin yüreğini ferahlatmaya yetti mi bilemeyeceğim; ama hayat devam ettiği müddetçe yarın birçok şeyin dünden çok daha iyi olabileceğine bu yaşta biraz daha fazla inandığım için bayram, gözüme bu kez, yeni bir hayatın başlangıcıymış gibi gözüktü. Öncekilerden farklı olarak. Eskiyi özleten, geçmiş zamanı anımsatan, anıları deşen bir etkiyle değil, ‘daha güzel yarınlarla, samimi kucaklaşmalarla, uzun koşularla’ ilgili ve tümüyle geleceğe ait bir şey olarak…
Hayat, aslında var olan sözcüklerle tarif edilemeyecek kadar güzel !
Günler, kahreden acılar içinde yüzerken bile bize fırsatlar sunan birer hazine. Bayramlar da durdurmaya muktedir olamadığımız hayat akıntısı içerisinde birbirimize tutunabilmemiz için güzel vesileler.
Köprüler ya da tüneller gibi…
Tabii birbirimize ulaşmayı gerçekten istiyorsak öyledir…
Ama biz 21. yüzyıl insanları; Türkiye’de, Irak’ta ya da Arjantin’de, dünyanın her yerinde birbirimize yaklaşma olanaklarını artırmak için çabalamak şöyle dursun, duvarlar örmekte ve hendekler kazmakta öyle ustayız ki şehirlerimiz, coşkulu konser kalabalıklarıyla renkleniyor gibi görünmelerine karşın aslında insan adacıklardan oluşan birer yalnızlık kulesi…
İstanbul, Bağdat ya da Buenos Aires…
Farkı yok birinin ötekinden…
Sömürülenlerin harabeye dönmüş şehirlerinde hüzün, hayal kırıklığı ve öfke egemen. Sömürenlerin şaşaalı şehirlerinde ise doyumsuzluk, huzursuzluk ve endişe…
İkisini de sadeleştirdiğinizde elde ‘mutsuzluk’ kalır.
Ve yani…
En başta ele aldığım şu metafora dönersek eğer; bayram, artık sadece bayram olmayıp biraz da ‘orman yangınının üzerine inen romantik yaz yağmuruna’ dönüşmüş olsa da -sırf akşam haberlerini dinlediğimizde bile şunu anlayabiliyoruz ki- bir başına küresel mutsuzluk eğiliminin önünme geçebilmiş değil.
Kurban bayramına vejetaryen gözlüğüyle bakan Hıristiyan dünyasını geçtik, hiç olmazsa İslâm dünyasında bayramın öncesiyle sonrasının farklı olmasını beklemek safdillik mi olur?
Suç bayramda değil elbette.
Suç bizde ya da bizim hayatı algılayış biçimimizde.
***
Bayram arifesinde sosyal medyada gördüğüm bir caps, başımıza gelebilecek en berbat dört şeyi şöyle sıralamış. Bunlar, aynı zamanda benim küresel mutsuzluk eğilimi diye tarif ettiğim şeyi tetikleyen şeyler:
Ben, bu dört duruma üç de nesne ekliyorum:
Berbat şeyler!
Akıntıyı tersine döndürmek için işe bu berbat şeyleri değiştirmekle, yok etmekle başlamak lazım:
Mesela; hayatımızın bir yerinde ‘çaresizliği kabullenmek zorunda kalmamak istiyorsak’ bütün yolculukların ilk adımından itibaren ‘A Planı’nın yanına B, hatta C planları eklemek gerek. Bununla birlikte engelleri ve hendekleri köprülere ve tünellere dönüştürmek, bütün krizlerden çıkış yaratır. Ve bazen de çıkarlardan vaz geçme pahasına dostlarımızı artırmayı denemek…
İnsan, kurum veya devlet ölçeğinde…
Mesela; her zaman olmasa da arada bir ‘Eller ne der?’ kıskacını kırarak kendi isteklerimize kulak vermeyi başarmamız lazım. Bu, belki direncinizi sınayacak dışlanmalara neden olur; ama ömrün sonuna gelince ‘Hayatımın hiçbir anında kendim olamadım!’ diye hayıflanmaktan çok daha hafif üzüntüler doğurur.
Ve eğer genç isek; ‘karamsarlık’ sözcüğünü lügatimizden mutlaka silmemiz lazım. Hemen ‘Geç bunu, sokaktaki hayat bizi başka şeylere zorluyor!’ demeyin; aksini başarabilirsiniz!
Uzun bir ömür var elinizde…
Kuşkusuz garantisi yok; ‘ömür’ denen şey, apaçık bir beklenti, bir varsayım, bir umut ifadesidir. Saati kurarız ve sabah yaşayan biri olarak uyanmayı umarız. Ama yine de ömrümüz olduğunu ummak, açık çeklerden oluşan limitsiz bir sermayeyi elimizde tutmaktan farksızdır…
Üstelik hayat, bunu doğrulayan sayısız örnek sundu bize.
Öyleyse karamsarlık niye?
Elbette yaşamak ve başarmak, ahkâm kesmek kadar kolay değil; ama mümkün olan şeylerden söz ediyorum.
Şimdiye dek binlerce, milyonlarca kez başarılmış ve bundan sonra da milyonlarca insan tarafından başarılacak şeyler…
İçinde bulunabileceğiniz en berbat dört durumdan daha baskın olan iyi şeylerdir bunlar.
Hayırlı, uğurlu olsun!
Yanlış okumadınız, ‘çapa vurmak’ deyimini bile isteye kullandım; çünkü ben, okullarda yeni süreçlerin başlama anlarına bakarken nutuklarla uzayan -ve daha çok bir bitişi andıran- o şatafatlı kurdale kesme törenlerini değil, ilk çapanın alkışlar eşliğinde toprağa vurulduğu mütavazı arkeolojik kazı başlangıcı seramonilerini görürüm. Öyle hayal ederim. Akademik yılla birlikte başlayan şey, saklı değerlere ve potansiyellere dönük yarı ütopik bir kazıdır çünkü…
Niye yarısı ütopik?
Diğer yarısı ne?..
Bu konuya sonra başka bir yazıda değiniriz belki.
Şimdi izninizle geçtiğimiz haftaya dönmek istiyorum:
Biliyorsunuz; bayramdı, bitti…
Ve bayram, orman yangınının üzerine inen eylül yağmuruna benzedi bu kez.
Kimi, ne kadar sevindirdi ya da herkesin yüreğini ferahlatmaya yetti mi bilemeyeceğim; ama hayat devam ettiği müddetçe yarın birçok şeyin dünden çok daha iyi olabileceğine bu yaşta biraz daha fazla inandığım için bayram, gözüme bu kez, yeni bir hayatın başlangıcıymış gibi gözüktü. Öncekilerden farklı olarak. Eskiyi özleten, geçmiş zamanı anımsatan, anıları deşen bir etkiyle değil, ‘daha güzel yarınlarla, samimi kucaklaşmalarla, uzun koşularla’ ilgili ve tümüyle geleceğe ait bir şey olarak…
Hayat, aslında var olan sözcüklerle tarif edilemeyecek kadar güzel !
Günler, kahreden acılar içinde yüzerken bile bize fırsatlar sunan birer hazine. Bayramlar da durdurmaya muktedir olamadığımız hayat akıntısı içerisinde birbirimize tutunabilmemiz için güzel vesileler.
Köprüler ya da tüneller gibi…
Tabii birbirimize ulaşmayı gerçekten istiyorsak öyledir…
Ama biz 21. yüzyıl insanları; Türkiye’de, Irak’ta ya da Arjantin’de, dünyanın her yerinde birbirimize yaklaşma olanaklarını artırmak için çabalamak şöyle dursun, duvarlar örmekte ve hendekler kazmakta öyle ustayız ki şehirlerimiz, coşkulu konser kalabalıklarıyla renkleniyor gibi görünmelerine karşın aslında insan adacıklardan oluşan birer yalnızlık kulesi…
İstanbul, Bağdat ya da Buenos Aires…
Farkı yok birinin ötekinden…
Sömürülenlerin harabeye dönmüş şehirlerinde hüzün, hayal kırıklığı ve öfke egemen. Sömürenlerin şaşaalı şehirlerinde ise doyumsuzluk, huzursuzluk ve endişe…
İkisini de sadeleştirdiğinizde elde ‘mutsuzluk’ kalır.
Ve yani…
En başta ele aldığım şu metafora dönersek eğer; bayram, artık sadece bayram olmayıp biraz da ‘orman yangınının üzerine inen romantik yaz yağmuruna’ dönüşmüş olsa da -sırf akşam haberlerini dinlediğimizde bile şunu anlayabiliyoruz ki- bir başına küresel mutsuzluk eğiliminin önünme geçebilmiş değil.
Kurban bayramına vejetaryen gözlüğüyle bakan Hıristiyan dünyasını geçtik, hiç olmazsa İslâm dünyasında bayramın öncesiyle sonrasının farklı olmasını beklemek safdillik mi olur?
Suç bayramda değil elbette.
Suç bizde ya da bizim hayatı algılayış biçimimizde.
***
Bayram arifesinde sosyal medyada gördüğüm bir caps, başımıza gelebilecek en berbat dört şeyi şöyle sıralamış. Bunlar, aynı zamanda benim küresel mutsuzluk eğilimi diye tarif ettiğim şeyi tetikleyen şeyler:
- Ertelenmiş şeyler arasında savrulup duran bir hayatın dışa vurduğu ‘amaçsızlık’
- Genç yaşta insanı çökerten ‘karamsarlık’
- İleri yaşta başgösteren ‘pişmanlık’
- Kabullenmek zorunda kalınan ‘çaresizlik’
Ben, bu dört duruma üç de nesne ekliyorum:
- Doymayan bir ‘göz’
- Sahibi tarafından öğrenmeye kapatılmış bir ‘beyin’
- İnkâra alışmış, körelmiş bir ‘vicdan’
Berbat şeyler!
Öyleyse…
Akıntıyı tersine döndürmek için işe bu berbat şeyleri değiştirmekle, yok etmekle başlamak lazım:
Mesela; hayatımızın bir yerinde ‘çaresizliği kabullenmek zorunda kalmamak istiyorsak’ bütün yolculukların ilk adımından itibaren ‘A Planı’nın yanına B, hatta C planları eklemek gerek. Bununla birlikte engelleri ve hendekleri köprülere ve tünellere dönüştürmek, bütün krizlerden çıkış yaratır. Ve bazen de çıkarlardan vaz geçme pahasına dostlarımızı artırmayı denemek…
İnsan, kurum veya devlet ölçeğinde…
Mesela; her zaman olmasa da arada bir ‘Eller ne der?’ kıskacını kırarak kendi isteklerimize kulak vermeyi başarmamız lazım. Bu, belki direncinizi sınayacak dışlanmalara neden olur; ama ömrün sonuna gelince ‘Hayatımın hiçbir anında kendim olamadım!’ diye hayıflanmaktan çok daha hafif üzüntüler doğurur.
Ve eğer genç isek; ‘karamsarlık’ sözcüğünü lügatimizden mutlaka silmemiz lazım. Hemen ‘Geç bunu, sokaktaki hayat bizi başka şeylere zorluyor!’ demeyin; aksini başarabilirsiniz!
Uzun bir ömür var elinizde…
Kuşkusuz garantisi yok; ‘ömür’ denen şey, apaçık bir beklenti, bir varsayım, bir umut ifadesidir. Saati kurarız ve sabah yaşayan biri olarak uyanmayı umarız. Ama yine de ömrümüz olduğunu ummak, açık çeklerden oluşan limitsiz bir sermayeyi elimizde tutmaktan farksızdır…
Üstelik hayat, bunu doğrulayan sayısız örnek sundu bize.
Öyleyse karamsarlık niye?
Elbette yaşamak ve başarmak, ahkâm kesmek kadar kolay değil; ama mümkün olan şeylerden söz ediyorum.
Şimdiye dek binlerce, milyonlarca kez başarılmış ve bundan sonra da milyonlarca insan tarafından başarılacak şeyler…
İçinde bulunabileceğiniz en berbat dört durumdan daha baskın olan iyi şeylerdir bunlar.