
Yalnızca Türkiye’nin değil, kuşkusuz ki İstanbul’dan Mekke’ye, Bağdat’tan Kuala Lumpur’a tüm İslam dünyasının en değerli âlimlerinden biriydi Mehmet Kırkıncı Hoca. Keza biz kendi coğrafyamızda gelmiş geçmiş en saygın, en müşfik, en merhametli -batılıların deyimiyle ise ‘en hümanist, en barışçıl üsluplu’- ve işte belki en çok da bu son sebepten ötürü ‘sözü can kulağıyla dinlenen’ kanaat önderlerini sıralasak O, muhakkak en önde gelenlerden biri olurdu…
O’na kulak verenler, elbette sadece Müslüman kardeşleri değildi. Türk ve İslam dünyasını objektif biçimde tanımaya çalışan çok sayıda doğulu veya batılı araştırmacının da Kırkıncı Hoca’yı yakından takip ettiğini biliyoruz.
Batıda hızla yayılan İslamofobinin önüne geçmeye çalışan bir avuç ‘batılı marjinal’ için de O’nun hayatı ve ilmî eseri, sağlam referanslar, kanıtlar oluşturuyordu ve doğudan batıya açılan ışıltılı pencereleri çoğaltıyordu.
Ve fakat vade yetti, işte o Kırkıncı Hoca, birkaç gün önce memleketi Erzurum’da kendi şeb-i arusunu yaşadı. Ben, haberi Erzurum Milletvekili değerli ağabeyim Orhan Deligöz’den işittim. Gözyaşım, Orhan ağabeyimin gözyaşına karıştı…
Kırkıncı Hoca, elbette ki dünyanın malına mülküne ve gündelik gailesine değer vermezdi; bu halde içine daldığı dertler de muhakkak kardeşlerinin deva bekleyen dertleriydi. İlelnihaye buranın malını, mülkünü ve buraya ait bin bir derdini buradakilere bırakarak başka bir âleme göç etti.
Kabri pür nûr olsun…
***
Erzurum Lisesi yıllarımda, Kırkıncı Hoca’nın -ne yazık ki sadece bir kerecik- sohbetinde bulunma bahtiyarlığı yaşamıştım. Ne büyük bir şans! Öyle harikulade bir tecrübeyi hiç yaşayamamış kardeşlerim olduğunu düşündükçe o biricik vuslat için bile ‘Çok şükür!’ derim.
Üstünden otuz yıla yakın zaman geçmiş; ama ne o sohbette yirmi otuz misafiriyle ele aldığı mevzuyu ne de Kırkıncı Hoca’nın tatlı dilini, adeta bu alemin ötesinden gelen o tarifsiz güzel üslubunu hiç ama hiç unutamadım.
Sonradan Oltu’daki Risale-i Nûr talebelerinden çok sevgili eniştemiz Musa Şahin’e o unutulmaz sohbetle ilgili ‘kendimden geçmişliğimi’ anlattığımda rahmetli, dünyanın dört bir yanına dağılmış Nur talebelerinin göz bebeği durumundaki o büyük kanaat önderini ‘Kırk incili güher-şuâ’ diye tarif etmişti.
Tarif ve terkib, başka bir söyleyişle ‘tanım ve tamlama’, o yaşta çözemeyeceğim kadar ağırdı; içine sızmam seneler aldı ve aslında nihayet, üniversitede edebiyat okurken öğrendim ki ‘Kırk incili güher-şuâ’ aslında düz bir sıfat tamlaması değil, apaçık bir isim, özel bir isim. Dolayısıyla şimdi o söz dizisini, her sözcüğünü büyük harfle başlatarak yeniden yazmam gerekir:
Kırk İncili Güher-Şuâ…
Üzerindeki elmas ışığı, kırk pâre inciyle kuvvetlendirilmiş o çok çok nadide taç ya da mühür. Mehmet Kırkıncı Hoca, elbette bu söze sığandan da çok daha fazlasıdır…
***
Peygamber efendimizin hadisi olarak nakledilir, denir ki ‘Âlimin ölümü, âlemin ölümüdür’…
O halde geçtiğimiz hafta âlem öldü…
Ama nasıl?
Yaşamıyor muyuz şimdi?
Dünya ve gezegenler dönmüyor mu yani?
Biz henüz ölmedik, yaşıyoruz elbette!
Ve dünya da güya dönüyor…
Kendi final sahnemize kadar da bu oyunun, bu sınavın, bu terânenin, bu keşânenin, bu girdabın -her neyse işte o şeyin- içinde yaşamaya, dönmeye, devinmeye, debelenmeye devam edeceğiz…
Ama daha yalnız…
Çok daha eksik…
Dünden çok daha kederli…
Ve Güher-Şuâ’ya daha muhtaç bir halde…
***
Otuz yıl evvel katıldığım ve bugün ‘Hiç unutamadığım!’ diye şerh düştüğüm o harikulade sohbetin konusu ‘Beşinci Şuânın Mukaddimesi’ idi.
Kırkıncı Hoca, o gün benim gibi daha bıyığı terlememiş birkaçı misafir, birkaçı nur talebesi beş on delikanlıya, tarifi imkânsız derecede müşfik bir ses tonuyla ‘kıyametin kopacağını haber veren şartlar’ hakkında görüşlerini açmıştı.
Korkularımızın en büyüğünden söz ediyordu ve fakat gözlerinin içi gülüyordu o gün…
Kıyametin korkulacak bir şey olmadığını ben o gün öğrendim…
Ve kıyamet denen şeyin yeni bir başlangıç olacağını…
Kirletilmiş, yıpratılmış, yozlaştırılmış, lime lime edilmiş, kamplara ayrılmış mavi gezegenimizin sonu, aslında trilyonda bir bile hataya yer olmayan bir hesap günü…
Ve işte o kusursuz adaletin tecellisiyle doğacak yeni ve sonsuz bir hayat…
Bunları düşündükçe ölümü ve kıyameti seviyorum.
Kayıplarımı, yenilgilerimi daha bir metanetle karşılıyorum…
Şimdi, şu anda veya birkaç günde oluşmuş bir algı değil bu; çocukluğumdan hemen sonra tecelli etmiş ve otuz yılda biçimlenmiş terbiye bu.
Annemden, babamdan ve daha nice büyüğümden; cümlesi içinde de hassaten Mehmet Kırkıncı Hoca’dan Allah razı olsun!