
Cumhuriyet Caddesinin tam orta yerinde, Caferiye Camisi’nin karşısında yer alırdı: bu meçhul adam. Benim için meçhul adamdı; çünkü ismini dahi bilmiyordum. Halka sorsanız onlara göre de o,fotocuydu hepsi o kadar. Ne ismini bilirlerdi, ne de fotodan sonraki hayatını. Tahtadan yapılan ayakların üzerinde köhne makinesinin yanı başında fotocu yer alırdı. Devlet dairesinde işe gireceklere, muhtarlıktan ikametgâh almak isteyenlere, yeni okula başlayanlara şipşak hizmet vermek için, yaz-kış demeden orada bekler dururdu; fotocu. Duvara dayalı siyah bir örtü ve biraz ötede sandalyesi; poz vermek için gelenlere hazır bekletilirdi. İskemleye oturana kendisini düzenlemesi için süre verir, bu arada makinenin ayarlarını yapardı. Ayarlar yapılınca da hazır ol işareti verilir, birkaç el hareketiyle makinenin önündeki kapak açılır ve kapanırdı. Fotocu, “Kıpırdamayın.” diyince sessiz olunur; ikinci komuta kadar öylece kalınırdı.”Tamam!”, sözcüğü fotocunun dilinden dökülünce, müşteri derin bir nefes alırdı. Müşterinin işi bitince sıra fotocuya gelir, hünerli eller konuşurdu. Çekilen fotoğraf işlemlerden sonra suyun içerisine atılır, kıvama gelince de suyun içinden çıkartılılıp kesildikten sonra müşteriye sunulurdu. Müşterinin biri gelir, biri giderdi, bir zamanlar fotocunun açık hava dükkânına. Nice insanlar gelmiş, nice mutluluklar yaşanmıştı kim bilir fotocunun gözlerinin önünde. “Yaşadıklarımı yazsam, kitap olur.”, tadındadır kim bilir? Gün gelmiş, müşteri azalmış, fotocu da unutulmuş…
Sonra bir gün fotocu da çekilmiş hayatımızdan ve şehrimizden. Ne merak eden olmuş, ne de onu soran. Nereye gittiğini, ne zaman öldüğünü; ne bilen olmuş, ne de merak eden. Bizler fotocunun son zamanlarına yetiştikse de fotoğraf çektirmek nasip olmadı. Doksanlı yılların başında bir dönem daha fotocu Cumhuriyet Caddesi’ndeki yerini muhafaza etti. Yaz ve kış makinesinin başında duran, bu meçhul adam hatırımda kaldığı kadarıyla kısa boylu ve şapkalıydı. Yaşlandığını; ağır adımlarla yürüyüşü ve titreyen elleriyle belli eder, özlem için gelen birkaç müşterisi ile iktifa ederdi.
TEKERLEKLİ ARABADAKİ YAŞLI ADAM
Mahallemizden gelip geçen meçhul insanlardan biriydi, tekerlekli arabadaki gözlüklü yaşlı adam. Önde küçük bir teker arkada iki büyük tekerin olduğu, el pedalıyla yürüyen arabasıyla; sabah vakitlerinde mahalleden geçer, akşam vakitlerinde ise dönüşüne şahit olurduk. Arabanın ön tarafına koyduklarını satar, kimseye muhtaç olmadan nafakasını çıkarırdı. Üstünde; yaz -kış hep aynı elbise olur, kafasında ki kasketi ise hiç eksik olmazdı. Arabasıyla parke taşlarla döşeli mahallelerden geçen yaşlı adam; sabahları zorlanmaz, akşamları ise dik yokuşları çıkarken yardımcılara ihtiyaç duyardı. Arabanın zorlanmasıyla birlikte mahalleli çocuklar, hemen arabanın yanına koşardı. Bazen bizlere kızar, bazen de bu durumdan hoşnut olurdu. En hızlı gidenimiz arabaya yapışır, ayrılmamak için mücadele ederdi. Gürültümüz fazlaca olursa, bu duruma yaşlı adam çubuğuyla müdahale ederdi. Çoğu zaman birkaç kişiyle bu yardımı yapar, mutluluktan uçardık. Sanki araba sürercesine hayallere kapılır, onunla mutlu olurduk. Arabayı bazen yavaş, bazen de hızlıca sürerdik. Hız sınırı aşınca hemen uyarı gelir, sinirler ön tarafta artardı. Arabayı sürenleri tanımaya çalışır, onlara sorular sorardı. Paket taşlarının arasına gire çıka devam eden arabayı bir süre sonra diğer mahalledeki çocuklara bırakır, hayır duasını alarak mahallemize doğru yönelirdik. Sanki her mahalleli arabayı bekler gibi bırakılan yerden alır, koyu muhabbet eşliğinde yaşlı adamı evine götürürdü. Bir gün arabası eskimiş, yenisini alacak gücüde kalmamıştı; yaşlı adamın. Yaşlı adamdı, o; çünkü ne adını biliyorduk, ne de yaşamını. Ayaklarının sakat olduğunu bir gün eve bıraktığımızda anlamış, hüzünlenmekten başka bir şey yapamadan geri dönmüştük. Gün geldi, o da usulca çekildi hayatımızdan. Ne arabasının tıkırtı sesleri duyuldu, ne de mahalle çocuklarının yarış etmesi kaldı. Yaşadığı mahalle de yıkılınca tamamen koptu, hayatımızdan yaşlı adam. Sadece yaşayanların anılarında tatlı bir tebessüm olarak kaldı…
Sonra bir gün fotocu da çekilmiş hayatımızdan ve şehrimizden. Ne merak eden olmuş, ne de onu soran. Nereye gittiğini, ne zaman öldüğünü; ne bilen olmuş, ne de merak eden. Bizler fotocunun son zamanlarına yetiştikse de fotoğraf çektirmek nasip olmadı. Doksanlı yılların başında bir dönem daha fotocu Cumhuriyet Caddesi’ndeki yerini muhafaza etti. Yaz ve kış makinesinin başında duran, bu meçhul adam hatırımda kaldığı kadarıyla kısa boylu ve şapkalıydı. Yaşlandığını; ağır adımlarla yürüyüşü ve titreyen elleriyle belli eder, özlem için gelen birkaç müşterisi ile iktifa ederdi.
TEKERLEKLİ ARABADAKİ YAŞLI ADAM
Mahallemizden gelip geçen meçhul insanlardan biriydi, tekerlekli arabadaki gözlüklü yaşlı adam. Önde küçük bir teker arkada iki büyük tekerin olduğu, el pedalıyla yürüyen arabasıyla; sabah vakitlerinde mahalleden geçer, akşam vakitlerinde ise dönüşüne şahit olurduk. Arabanın ön tarafına koyduklarını satar, kimseye muhtaç olmadan nafakasını çıkarırdı. Üstünde; yaz -kış hep aynı elbise olur, kafasında ki kasketi ise hiç eksik olmazdı. Arabasıyla parke taşlarla döşeli mahallelerden geçen yaşlı adam; sabahları zorlanmaz, akşamları ise dik yokuşları çıkarken yardımcılara ihtiyaç duyardı. Arabanın zorlanmasıyla birlikte mahalleli çocuklar, hemen arabanın yanına koşardı. Bazen bizlere kızar, bazen de bu durumdan hoşnut olurdu. En hızlı gidenimiz arabaya yapışır, ayrılmamak için mücadele ederdi. Gürültümüz fazlaca olursa, bu duruma yaşlı adam çubuğuyla müdahale ederdi. Çoğu zaman birkaç kişiyle bu yardımı yapar, mutluluktan uçardık. Sanki araba sürercesine hayallere kapılır, onunla mutlu olurduk. Arabayı bazen yavaş, bazen de hızlıca sürerdik. Hız sınırı aşınca hemen uyarı gelir, sinirler ön tarafta artardı. Arabayı sürenleri tanımaya çalışır, onlara sorular sorardı. Paket taşlarının arasına gire çıka devam eden arabayı bir süre sonra diğer mahalledeki çocuklara bırakır, hayır duasını alarak mahallemize doğru yönelirdik. Sanki her mahalleli arabayı bekler gibi bırakılan yerden alır, koyu muhabbet eşliğinde yaşlı adamı evine götürürdü. Bir gün arabası eskimiş, yenisini alacak gücüde kalmamıştı; yaşlı adamın. Yaşlı adamdı, o; çünkü ne adını biliyorduk, ne de yaşamını. Ayaklarının sakat olduğunu bir gün eve bıraktığımızda anlamış, hüzünlenmekten başka bir şey yapamadan geri dönmüştük. Gün geldi, o da usulca çekildi hayatımızdan. Ne arabasının tıkırtı sesleri duyuldu, ne de mahalle çocuklarının yarış etmesi kaldı. Yaşadığı mahalle de yıkılınca tamamen koptu, hayatımızdan yaşlı adam. Sadece yaşayanların anılarında tatlı bir tebessüm olarak kaldı…