
Yatsı ezanlarında gül atılıyor minarelerden…
Yatsı ezanlarında karanlığı ay ışığına çarpan sedalar.
Var olunuz…
Yatsı ezanlarında şafağa gecikme diyen ebabil kuşları saçıyor minareler… Ölenler, yaşayanlar hep birlikteler. Duyacak kadar sakin olmak, hissedecek kadar yakın olmak bu, sanırım… Avuçlara inmek için avuçları çağırıyor yıldızlar. ‘ Nusret (yardım) ancak Allah katındadır…’ Ayetiyle irkilen tereddütler… Dua kazayı reddeder… Ölçü ve şiarında dağ dağ olmuş ruhlar… Ve Hadisin ceplerimizden çık dediği ellerimiz… ‘Kaza, ancak dua ile reddolunur…’
Konuşanda söz, okuyanda göz, okutanda köz olmak lazım…
Bilmeliyiz ki, mesafeler değil kalbimizdir bizi yoran… Nasıl göğe mektup yazdığımız uçurtmayı uçuran rüzgar değil de uçurtmaya gerdiğimiz gazete kağıdının direnci ve iradesiyse… Aslında her birimizin yürek zarını bir gazete kâğıdı direncinde tutmuşlar… Öyle!.. ‘Hiçbir şey kendi kendisinin nedeni olamaz. Çünkü nedenin kendisi, oluşandan öncedir…’ Dedi Farabi… Arızalı nedenlerimiz o ka çok ki… Onun için herkes bir hasta yatırsın içinde… Her inançlı bir hastanedir nitekim. Ve hiçbir hastalığın nedeni şifasından büyük değildir…
Bu günler, gözlerimiz karanlığı yamalıyor. Hangi kuş terkine alır, hangi kuş sılaya taşır bu kara tebessümleri bilmem!.. Bir çoğumuzu terkine almayacağı belli… Uzağa bakmanın çokta anlamı yok. Geri dönmek varsa kaderde, en geride bırakılan belki de en önde. Ardımızdan taş atan kaderse eyvallah…
Son yıllar..
Gaza askerleri ve dua askerlerimizin Allah Allah nidalarıyla irkilip durdu.
Namlularımızdan Fırat akıttık. Askerlerimiz soğuğu, eyvahı, çığlığı süpürdükçe, hekimlerimiz üşüyene güneş bağladı, ısınana ay… Ne nehirden su sordular, ne buluttan yağmur. Biz ezel itibarıyla dünyanın kırışık düzen tabiatındaki iniş ve yokuşlarında değil, iniş ve yokuşlarında el tutandık… Ruhumuzu Rabbe bağlayan ipi asla kimse saramadı ve saramayacak. Bu ne bir salgın, ne bir hastalık, ne bir acz, ne bir zaaf… Dua askerlerimiz el(dua) açacak, gaza askerlerimiz ev(huzur) yapacak…
Dediler ki; bu iki kutlu asker asla zaafa düşmeyecek… Onlar asla zaafa düşmediler. Hiçbir musibet acz ve zaafı ortaya çıkarmadı, çıkaramayacak…
Gerçekten, insanın hayat(su) köprülerinden ikisi, keder ve meşakkat… Bazen geçmek zorundayızdır, bazen yıkmak… Bir iri ruhlu Mütefekkir diyor ki; eğer hastalık olmazsa sıhhat ve afiyet gaflet verir.
Ölçü ve şiar… Hoşa alışan, loşa dolaşır… Dünya hoşa alıştı loşa bulandı… Nitekim, aç ve yoksulla aynı safa durdu toklar… Hastalık gururu yordu... Ders alanlar için, kubur, obur ihtiraslar saflaştı… Hastalıktan çok şifa aldatır… Aldatmayan bu hakikate menfi hakikat diyelim… Mürşitlerin çoğu bile bunu yapamadı… Vesselam…
Selam ve dua ile…
Yatsı ezanlarında karanlığı ay ışığına çarpan sedalar.
Var olunuz…
Yatsı ezanlarında şafağa gecikme diyen ebabil kuşları saçıyor minareler… Ölenler, yaşayanlar hep birlikteler. Duyacak kadar sakin olmak, hissedecek kadar yakın olmak bu, sanırım… Avuçlara inmek için avuçları çağırıyor yıldızlar. ‘ Nusret (yardım) ancak Allah katındadır…’ Ayetiyle irkilen tereddütler… Dua kazayı reddeder… Ölçü ve şiarında dağ dağ olmuş ruhlar… Ve Hadisin ceplerimizden çık dediği ellerimiz… ‘Kaza, ancak dua ile reddolunur…’
Konuşanda söz, okuyanda göz, okutanda köz olmak lazım…
Bilmeliyiz ki, mesafeler değil kalbimizdir bizi yoran… Nasıl göğe mektup yazdığımız uçurtmayı uçuran rüzgar değil de uçurtmaya gerdiğimiz gazete kağıdının direnci ve iradesiyse… Aslında her birimizin yürek zarını bir gazete kâğıdı direncinde tutmuşlar… Öyle!.. ‘Hiçbir şey kendi kendisinin nedeni olamaz. Çünkü nedenin kendisi, oluşandan öncedir…’ Dedi Farabi… Arızalı nedenlerimiz o ka çok ki… Onun için herkes bir hasta yatırsın içinde… Her inançlı bir hastanedir nitekim. Ve hiçbir hastalığın nedeni şifasından büyük değildir…
Bu günler, gözlerimiz karanlığı yamalıyor. Hangi kuş terkine alır, hangi kuş sılaya taşır bu kara tebessümleri bilmem!.. Bir çoğumuzu terkine almayacağı belli… Uzağa bakmanın çokta anlamı yok. Geri dönmek varsa kaderde, en geride bırakılan belki de en önde. Ardımızdan taş atan kaderse eyvallah…
Son yıllar..
Gaza askerleri ve dua askerlerimizin Allah Allah nidalarıyla irkilip durdu.
Namlularımızdan Fırat akıttık. Askerlerimiz soğuğu, eyvahı, çığlığı süpürdükçe, hekimlerimiz üşüyene güneş bağladı, ısınana ay… Ne nehirden su sordular, ne buluttan yağmur. Biz ezel itibarıyla dünyanın kırışık düzen tabiatındaki iniş ve yokuşlarında değil, iniş ve yokuşlarında el tutandık… Ruhumuzu Rabbe bağlayan ipi asla kimse saramadı ve saramayacak. Bu ne bir salgın, ne bir hastalık, ne bir acz, ne bir zaaf… Dua askerlerimiz el(dua) açacak, gaza askerlerimiz ev(huzur) yapacak…
Dediler ki; bu iki kutlu asker asla zaafa düşmeyecek… Onlar asla zaafa düşmediler. Hiçbir musibet acz ve zaafı ortaya çıkarmadı, çıkaramayacak…
Gerçekten, insanın hayat(su) köprülerinden ikisi, keder ve meşakkat… Bazen geçmek zorundayızdır, bazen yıkmak… Bir iri ruhlu Mütefekkir diyor ki; eğer hastalık olmazsa sıhhat ve afiyet gaflet verir.
Ölçü ve şiar… Hoşa alışan, loşa dolaşır… Dünya hoşa alıştı loşa bulandı… Nitekim, aç ve yoksulla aynı safa durdu toklar… Hastalık gururu yordu... Ders alanlar için, kubur, obur ihtiraslar saflaştı… Hastalıktan çok şifa aldatır… Aldatmayan bu hakikate menfi hakikat diyelim… Mürşitlerin çoğu bile bunu yapamadı… Vesselam…
Selam ve dua ile…