Kimin çocukları naz içinde yetiştirilirse, o kimseye ağlamak düşer, keder ona yazılıdır.
Yusuf Has Hacip
Çocuklar günümüzde hem altın hem de en bahtsız dönemlerini bir arada yaşamaktalar. Eski dönemlerde çocuklar çocukluklarını yaşayamaz, insan yerine konulmazken, günümüzde sultan muamelesi görmekte, anne, baba, öğretmen, çevre vb. unsuralar onların emrine amade olmaktadır.
Günümüz ortamı aynı zamanda onlar için kâbusa da dönüşmektedir. Çünkü onlar yokluğu, sıkıntıyı, hayatla mücadele etmeyi öğrenemiyorlar. Yemeklerini bile anneleri, yedirmekte, elbiselerini anneleri giydirmektedir. Çevrede onları kandıracak, cezbedecek, yoldan çıkartacak binlerce unsur var. Telefonlar, tabletler, bilgisayarlar, her türlü oyuncaklar onların doğal ortamlarını bozmakta, en temel becerilerini yerine getirmelerine engel olmaktadır.
Okulda sınavalar, aile baskısı, yarış atına dönüştürmeleri onları strese sokmakta, birçok genç, stresle başa çıkmak için çeşitli haplar kullanmak zorunda kalmaktadır.
Fakat bütün bu olumsuzluklara rağmen çocuklar geçmişte daha berbat hâldeydiler. Yapılan araştırmalar, Osmanlı’da aile başına düşen çocuk sayısının 3-4 civarında olduğunu işaret etmektedir. Bunda doğan çocuk sayısından ziyade çocuk ölüm oranları önemli faktördü. On yaşına varmadan ölen çocuk sayısı bir hayli fazlaydı. Tandıra, kaynayan süte düşen, yetersiz beslenen, her türlü hastalığa yakalanan binlerce çocuk bulunmaktaydı.
Bugün ağız alışkanlığı olarak çocuklara söylenen baba, davun, zıkkım gibi kelimeler, geçmişin yaşanmış acı tecrübelerinden dilimize yerleşmiş sözcüklerdir. Baba davun, eski dönemde veba ve taun kelimelerinin bozulmuş ve dilimizde ikilemeye dönüşmüş hâlleridir. Baba demek veba demektir. Taun kelimesinin de yine veba anlamı vardır. Osmanlı’da veba salgını geldiği zaman başta çocukları yakalamakta binlerce çocuğun bir anda ölmesine neden olmaktaydı.
Geçmişin en talihsizleri kız çocuklarıydı. Kız çocukları on iki yaşlarında hemen evlendirilmekteydi. Çünkü yoksulluğun en ağır yükünü onlar çekmekteydi. On altıncı yüzyılın sonlarına doğru Osmanlı mahkeme kayıtlarına yansıyan bir olaya göre bir baba damadını düğün yapmıyor diye şikâyet etmektedir. Damat da düğün yapacak gücünün olmadığını, bu yüzden düğünü yapamadığını söyleyince baba da benim de kızıma bakacak gücüm yok, eğer düğün yapmayacaksa ben kızımı başka birisi ile evlendirmek zorundayım, diyerek yakınmasını dile getirmiştir.
On dokuzuncu yüzyıllarda ise babalar kızlarının nüfus cüzdanını hemen almakta ve onun yaşını büyük yazdırmaya çalışmakta, erkek çocuklarını ise askere geç gitmeleri için küçük yazdırmanın yollarını aramaktaydı.
Yine toplumda erkek çocukları önemsenmekte erkek doğuran kadınlara ayrı bir hürmet gösterilmekteydi. Oğlan doğuran övünsün, kız doğuran yerinsin, kız doğur eli; erkek doğur seni beslesin, diye atasözleri söylenmekte, karnında erkek bebek taşıyanların hamileliği süresince güzelleştiğine, kız çocuk taşıyanların ise çirkinleştiğine inanılmaktaydı. Kızların doğumundaki memnuniyetsizlik için, kızı olmuş gibi sus pus olmuş deyimi kullanılmakta, kızın vakti geldi mi ya ere, ya yere, diye atasözleri üretilerek kız çocukları çaresizliğe sürüklenmekteydi.
Üvey anne durumuna geçmişte çok daha fazla rastlandığı için bu durumdan en fazla kız çocukları etkilenmekte, yine yetim kalan çocuklar arasında kız çocukları daha fazla mağdur edilip aile mirasından en fazla onlar mahrum edilmekteydi.
Yusuf Has Hacip
Çocuklar günümüzde hem altın hem de en bahtsız dönemlerini bir arada yaşamaktalar. Eski dönemlerde çocuklar çocukluklarını yaşayamaz, insan yerine konulmazken, günümüzde sultan muamelesi görmekte, anne, baba, öğretmen, çevre vb. unsuralar onların emrine amade olmaktadır.
Günümüz ortamı aynı zamanda onlar için kâbusa da dönüşmektedir. Çünkü onlar yokluğu, sıkıntıyı, hayatla mücadele etmeyi öğrenemiyorlar. Yemeklerini bile anneleri, yedirmekte, elbiselerini anneleri giydirmektedir. Çevrede onları kandıracak, cezbedecek, yoldan çıkartacak binlerce unsur var. Telefonlar, tabletler, bilgisayarlar, her türlü oyuncaklar onların doğal ortamlarını bozmakta, en temel becerilerini yerine getirmelerine engel olmaktadır.
Okulda sınavalar, aile baskısı, yarış atına dönüştürmeleri onları strese sokmakta, birçok genç, stresle başa çıkmak için çeşitli haplar kullanmak zorunda kalmaktadır.
Fakat bütün bu olumsuzluklara rağmen çocuklar geçmişte daha berbat hâldeydiler. Yapılan araştırmalar, Osmanlı’da aile başına düşen çocuk sayısının 3-4 civarında olduğunu işaret etmektedir. Bunda doğan çocuk sayısından ziyade çocuk ölüm oranları önemli faktördü. On yaşına varmadan ölen çocuk sayısı bir hayli fazlaydı. Tandıra, kaynayan süte düşen, yetersiz beslenen, her türlü hastalığa yakalanan binlerce çocuk bulunmaktaydı.
Bugün ağız alışkanlığı olarak çocuklara söylenen baba, davun, zıkkım gibi kelimeler, geçmişin yaşanmış acı tecrübelerinden dilimize yerleşmiş sözcüklerdir. Baba davun, eski dönemde veba ve taun kelimelerinin bozulmuş ve dilimizde ikilemeye dönüşmüş hâlleridir. Baba demek veba demektir. Taun kelimesinin de yine veba anlamı vardır. Osmanlı’da veba salgını geldiği zaman başta çocukları yakalamakta binlerce çocuğun bir anda ölmesine neden olmaktaydı.
Geçmişin en talihsizleri kız çocuklarıydı. Kız çocukları on iki yaşlarında hemen evlendirilmekteydi. Çünkü yoksulluğun en ağır yükünü onlar çekmekteydi. On altıncı yüzyılın sonlarına doğru Osmanlı mahkeme kayıtlarına yansıyan bir olaya göre bir baba damadını düğün yapmıyor diye şikâyet etmektedir. Damat da düğün yapacak gücünün olmadığını, bu yüzden düğünü yapamadığını söyleyince baba da benim de kızıma bakacak gücüm yok, eğer düğün yapmayacaksa ben kızımı başka birisi ile evlendirmek zorundayım, diyerek yakınmasını dile getirmiştir.
On dokuzuncu yüzyıllarda ise babalar kızlarının nüfus cüzdanını hemen almakta ve onun yaşını büyük yazdırmaya çalışmakta, erkek çocuklarını ise askere geç gitmeleri için küçük yazdırmanın yollarını aramaktaydı.
Yine toplumda erkek çocukları önemsenmekte erkek doğuran kadınlara ayrı bir hürmet gösterilmekteydi. Oğlan doğuran övünsün, kız doğuran yerinsin, kız doğur eli; erkek doğur seni beslesin, diye atasözleri söylenmekte, karnında erkek bebek taşıyanların hamileliği süresince güzelleştiğine, kız çocuk taşıyanların ise çirkinleştiğine inanılmaktaydı. Kızların doğumundaki memnuniyetsizlik için, kızı olmuş gibi sus pus olmuş deyimi kullanılmakta, kızın vakti geldi mi ya ere, ya yere, diye atasözleri üretilerek kız çocukları çaresizliğe sürüklenmekteydi.
Üvey anne durumuna geçmişte çok daha fazla rastlandığı için bu durumdan en fazla kız çocukları etkilenmekte, yine yetim kalan çocuklar arasında kız çocukları daha fazla mağdur edilip aile mirasından en fazla onlar mahrum edilmekteydi.