
“Birisi tarafından içtenlikle sevilmek kişiye güç, birisini içtenlikle sevmekse kişiye cesaret verir” diyor Lao Tzu…
Söz harika -ona döneceğiz- ama tam bu noktada vurgulayalım Lao Tzu, eğer doğrudan Türkçesini söylersek bir ‘lakap’. Çin’de konuşulan 298 farklı lehçeden birinde, Chou sülalesinin yerel dilinde ‘İhtiyar Bilge’ anlamına geliyormuş bu tamlama.
Ve işte o İhtiyar Bilge’nin görüşlerinden doğan inanç, Taoizm de sadece Çinlileri değil aynı zamanda Çin dışındaki milyonlarca insanı içine alan, hatta -iddia bu ya- onların bütün yerelliklerini aşan bir ‘öğreti’ olarak sunuluyor. Doğru anladınız, Taoizm’in milattan önce 1300’lere dayanan bu evrensellik iddiası, dinler tarihinde yerelliği aşmanın ilk numunelerinden biri olarak karşımıza çıkıyor ve bu yönüyle de ilk evrensel dini öğretilerden biri, hatta ilki olarak değerlendiriliyor.
Bu durum, Çin imparatorlarının çoğu için dışa açılma stratejileri açısından çok kullanışlı imkânlar vaad etmiş olmalı.
Dil ve din ihracının geçmişte de bugün de sınır ötesi etki oluşturma açısından ne denli önemli olduğunu tartışmaya gerek var mı?
★★
O müthiş söze dönüyorum: Evet, güç mü, cesaret mi? Sizce hangisi daha değerli, daha işe yarar?
Bu sorunun bir türevi de şu: Sevilmek mi, sevmek mi? Hangisi kendinizi daha iyi hissetmenizi sağlıyor?
Elbette ‘ikisi birden en iyisi’; ama önce hangisi?..
Karar vermek zor!
Zira;
-Sevmek, adamakıllı mazoşistçedir, insana bir yerden sonra acı verir; halbuki sevilmek egoyu tatmin eder. Seviliyorsanız rahatsınızdır…
-Sevmek, çok emek ister; ama seviliyorsanız bırakın emek harcamayı, üstüne bir de naz yaparsınız. Karşı taraf yorulur…
-Sevmek, hele de bir insanı tutkuyla sevmek, kesinlikle çocukçadır. İçimizdeki saf çocuktur tutkuyla seven. O yaşıyorsa sevebiliriz birini.
O ölmüşse, sadece seviyormuş gibi yaparız. Beceremeyiz gerçekten sevmeyi…
Bununla birlikte sevmek, sevilmeye oranla çok daha bilgece bir eylemdir.
Daha kahramancadır.
Daha tahrik edicidir…
Sadece karşı cinsten birini değil tabii, bir yabancıyı mesela, uzaktaki birini, hiçbir şekilde çıkar sağlayamayacağınız bir şeyi, insan dışı bir varlığı sevmek…
Bir kediyi, bir köpeği, kuşu, bir bahçeyi, kıyıdaki bir kayalığı, ırmağa uzanan bir iskeleyi, bir kitabı, milyonlarca yapı içinden özellikle birini, bir köprüyü sevmek mesela…
Bu size cesaret verir, doğrudur.
Onu gerçekten sevdiğiniz anda, içgüdüleriniz sizi onu korumak için harekete geçirir.
Elinizde değildir bu, sevdiğiniz anda reaksiyon başlar.
Önleyemezsiniz!
★★
Peki, bu yalın karşılaştırmadan sonra sizin son kararınız nedir?
Sevmeyi mi, yoksa sevilmeyi mi öncelikle tercih edersiniz? Hele de sevmeye hazır olmadığınız biri tarafından seviliyor olmayı tercih eder miydiniz?
Hoppala; bu anakronik -yerine göre gelenekçi, yerine göre çağdışı- kıstas da nereden çıktı?
‘Sevmediğiniz halde sevilmek’… Sanki biraz da Yeşilçamvari...
Ee, işin zorluğu da zaten burada ya. Kararınızı içinden çıkılamaz hale getiren ayrıntı işte bu nostaljik kısım.
Tam da burayı bir düşünün bakalım.
Söz harika -ona döneceğiz- ama tam bu noktada vurgulayalım Lao Tzu, eğer doğrudan Türkçesini söylersek bir ‘lakap’. Çin’de konuşulan 298 farklı lehçeden birinde, Chou sülalesinin yerel dilinde ‘İhtiyar Bilge’ anlamına geliyormuş bu tamlama.
Ve işte o İhtiyar Bilge’nin görüşlerinden doğan inanç, Taoizm de sadece Çinlileri değil aynı zamanda Çin dışındaki milyonlarca insanı içine alan, hatta -iddia bu ya- onların bütün yerelliklerini aşan bir ‘öğreti’ olarak sunuluyor. Doğru anladınız, Taoizm’in milattan önce 1300’lere dayanan bu evrensellik iddiası, dinler tarihinde yerelliği aşmanın ilk numunelerinden biri olarak karşımıza çıkıyor ve bu yönüyle de ilk evrensel dini öğretilerden biri, hatta ilki olarak değerlendiriliyor.
Bu durum, Çin imparatorlarının çoğu için dışa açılma stratejileri açısından çok kullanışlı imkânlar vaad etmiş olmalı.
Dil ve din ihracının geçmişte de bugün de sınır ötesi etki oluşturma açısından ne denli önemli olduğunu tartışmaya gerek var mı?
★★
O müthiş söze dönüyorum: Evet, güç mü, cesaret mi? Sizce hangisi daha değerli, daha işe yarar?
Bu sorunun bir türevi de şu: Sevilmek mi, sevmek mi? Hangisi kendinizi daha iyi hissetmenizi sağlıyor?
Elbette ‘ikisi birden en iyisi’; ama önce hangisi?..
Karar vermek zor!
Zira;
-Sevmek, adamakıllı mazoşistçedir, insana bir yerden sonra acı verir; halbuki sevilmek egoyu tatmin eder. Seviliyorsanız rahatsınızdır…
-Sevmek, çok emek ister; ama seviliyorsanız bırakın emek harcamayı, üstüne bir de naz yaparsınız. Karşı taraf yorulur…
-Sevmek, hele de bir insanı tutkuyla sevmek, kesinlikle çocukçadır. İçimizdeki saf çocuktur tutkuyla seven. O yaşıyorsa sevebiliriz birini.
O ölmüşse, sadece seviyormuş gibi yaparız. Beceremeyiz gerçekten sevmeyi…
Bununla birlikte sevmek, sevilmeye oranla çok daha bilgece bir eylemdir.
Daha kahramancadır.
Daha tahrik edicidir…
Sadece karşı cinsten birini değil tabii, bir yabancıyı mesela, uzaktaki birini, hiçbir şekilde çıkar sağlayamayacağınız bir şeyi, insan dışı bir varlığı sevmek…
Bir kediyi, bir köpeği, kuşu, bir bahçeyi, kıyıdaki bir kayalığı, ırmağa uzanan bir iskeleyi, bir kitabı, milyonlarca yapı içinden özellikle birini, bir köprüyü sevmek mesela…
Bu size cesaret verir, doğrudur.
Onu gerçekten sevdiğiniz anda, içgüdüleriniz sizi onu korumak için harekete geçirir.
Elinizde değildir bu, sevdiğiniz anda reaksiyon başlar.
Önleyemezsiniz!
★★
Peki, bu yalın karşılaştırmadan sonra sizin son kararınız nedir?
Sevmeyi mi, yoksa sevilmeyi mi öncelikle tercih edersiniz? Hele de sevmeye hazır olmadığınız biri tarafından seviliyor olmayı tercih eder miydiniz?
Hoppala; bu anakronik -yerine göre gelenekçi, yerine göre çağdışı- kıstas da nereden çıktı?
‘Sevmediğiniz halde sevilmek’… Sanki biraz da Yeşilçamvari...
Ee, işin zorluğu da zaten burada ya. Kararınızı içinden çıkılamaz hale getiren ayrıntı işte bu nostaljik kısım.
Tam da burayı bir düşünün bakalım.