
“Ey kavmim, Allah’ın sizin için yazdığı (girmenizi emrettiği) kutsal yere girin ve gerisin geri arkanıza dönmeyin; yoksa kayba uğrayanlar olarak çevrilirsiniz.”
Dediler ki: Ey Musa, orda zorba bir kavim vardır, onlar çıkmadıkları sürece biz oraya kesinlikle girmeyiz. Şayet oradan çıkarlarsa, biz de muhakkak gireriz.
Korkanlar arasında olup da Allah’ın kendilerine nimet verdiği iki kişi: Onların üzerine kapıdan girin. Girerseniz, şüphesiz sizler galibsiniz. Eğer mü’minlerdenseniz, yalnızca Allah’a tevekkül edin, dedi.” (Mâide 21-23)
Mâide suresinin 21, 22 ve 23’ncü âyetleri Yahudi soyunun Hz. Musa zamanındaki macerasıyla ilgilidir. Arz-ı Mukaddes (Kutsal ülke) İbrahim, İshâk ve Yakûb Peygamberlerin de yaşadıkları Filistin bölgesidir. Hatırlanacağı üzere Allah İsrailoğullarına başka milletlere nasip olmamış pek çok nimet verdi. Arz-ı Mukaddes bu nimetlerden biridir. Ancak, her nimet gibi bu nimetin de bir bedeli vardı: Allah’a iman etmek ve Onun emrine uymak! İsrailoğulları bu bedeli ödeyememiş bir halktır. Bu yüzden İsrailoğullarına vaad edilen topraklar, Enbiya suresi yüz beşinci âyette belirtildiği üzere, Allah’ın salih kullarına, yani mü’min kullara, nasip olmuştur. Ayni âyette bu hususun Tevrat ve Zebur’da da yer aldığı belirtilir.
Arz-ı Mukaddes ifadesini merkeze alıp bu âyet-i kerimelere işari yolla da bakılabileceğini düşünüyoruz. Şöyle ki: Tasavvuf ıstılahında insandaki dil/gönül/kalp, ruh-ı Rahmaniyi/ilahi ben’i ifade eder. Rabbanî bir lâtife olan ruh-i insanî; Allah’ın sırrı yahut hazinesidir. Ruh/Gönül; manevî âlemi de temsil etmektedir (Alem-i Melekût.) Allah teâla, her insana ruh vermiştir; haliyle her insan, kalbinde, bir diğer deyişle arz-ı mukaddesinde, Rahmanî olanı; varlığı, ahireti, cenneti taşır. Yaşamak, aynı zamanda kişinin ruhsal gerçekliğine, yani arz-ı mukaddesine doğru yaptığı bir yürüyüştür. İnsanda bu yürüyüşü başlatan (hayatı veren) Allah’tır. Allah, insanın arz-ı mukaddesine doğru yaptığı yürüyüşte kılavuzluk yapsınlar diye, peygamberler ve kitaplar gönderdi. İnsanın kendi şehrine (arz-ı mukaddes) ulaşması sürecinde kılavuzluğa ihtiyacı vardır. İlimleriyle âmel eden âlimler ve mürşitler, peygamberlerin varisleri olarak, insanlığa kılavuzluk etmeye devam etmektedirler.
İnsana bu yürüyüşü yapması emredilmiştir; geriye dönmesi düşünülemez. Nitekim âyetteki; (Ey kavim! Arz-ı Mukaddese girin!) ifadesi, iman ve İslâm dairesine girin, demektir. Bu hitabı umumi bir emir görmek icap eder. Hz. Musa, kavmini, bir cihetten de arz-ı mukaddese, yani onların ruhî gerçekliklerine ulaştırmaya çalışmıştır. Bu, bir nefs tezkiyesi olduğundan, çölde geçen kırk yıllık sürede, kavmini kent hayatından, dünyevî meşakkatlerden uzak tutmuş; onları az yedirip az uyutarak, ruhî kuvvetlerinin ortaya çıkmasına çalışmıştır. Onları, nefs-i emmarenin; kin, kibir, benlik, hırs, şehvet, kıskançlık, cimrilik, intikam, hiddet gibi, Allah’ın sevmediği, kötü huylardan temizlemek üzere pek çok yıl uğraşmıştır. İnsandaki arz-ı mukaddes şehrinin önünü kesen zorbalar, işte bu fena huylardır. İnsan; nefsindeki yaramaz huylarla mücadele etmeden ruh diyarının/arz-ı mukaddesin, varoşlarına bile ulaşamaz. Kalbinde fasıklığı, münafıklığı hatta kâfirliği taşıyan bir nefis, arz-ı mukaddesin kokusunu alamaz. Maalesef nefs-i emmare seviyesinde yaşayan insanların ekserisi böyle bir tehlike ile yüz yüzedirler.
Allah teâlanın emrine ve Hz. Musa’nın talimatına rağmen, Yahudiler, tereddüde düştüler. Fakat şehre karşı yakînleri de oluşmuştu. Nitekim Mâide suresinin yirmi ikinci âyetinde şöyle dediklerini öğreniyoruz: “Onlar şu cevabı verdiler: Ya Musa! Orada zorba bir toplum var; onlar oradan çıkmadıkça biz oraya asla girmeyeceğiz. Eğer oradan çıkarlarsa biz de hemen gireriz.”
Bu ifadelerden, Musa kavminin Allah’ı ve O’nun peygamberlerini dinlediklerini anlayabiliriz. Arz-ı Mukaddese girmek istiyorlar; ama hâlâ nefs-i emmare karanlığından kurtulamadıklarından, bunu başaramıyorlar. Fakat aynı zamanda yüreklerinde korkma, kendilerini kınama, kötüleme, azarlama halleri seziliyor. İyi ile kötü, doğru ile yanlış arasında gidip gelmekteler. İşte onların bu durumu da nefs-i levvâme seviyesi olarak düşünülebilir.
“Korkanlar arasında olup da Allah’ın kendilerine nimet verdiği iki kişi: “Onların üzerine kapıdan girin. Girerseniz, şüphesiz sizler galibsiniz. Eğer mü’minlerdenseniz, yalnızca Allah’a tevekkül edin, dedi.” Mâide suresinin yirmi üçüncü âyetinde yer alan bu ifadelerden de, Musa kavminin, nefs-i mülhime mertebesine ulaştığını veya kendilerine bu makamın işaret edildiğini de çıkarabiliriz. Musa’nın kavmi, ilahî emir karşısında, isyan ve itaat arasında kalmıştır. Onlara, yol yöntem öğreten, hangi kapıdan girilerek şehre ulaşabileceğini anlatan o iki kişi, kalp şehrine ulaşmış iki şahıs da olabilir; Hz. Musa ve kardeşi Hz. Harun da olabilir; yahut iman ve amel de olabilir; ilham ve feyiz alan akıl da olabilir; Hızır ve İlyas gibi manevî şahsiyetler de olabilir. Hakeza… Çünkü neticede o iki kişi, âyette vurgulandığı üzere, “Eğer müminler iseniz ancak Allah’a güvenin” ilkesiyle hareket etmekte, arz-ı mukaddese hangi kapıdan girileceğinin yöntemini bilmekte ve Musa kavmine de bunu göstermektedirler. Bu hâl, kendine doğru yürüyen kişinin yol sıkıntılarını gideren mürşitlik mertebesidir.
Mâide suresinin 24, 25 ve 26’ncı âyetlerde konu şu şekilde sonuçlanmaktadır: “Ey Musa! Onlar orada bulundukları müddetçe biz oraya asla girmeyiz; şu halde, sen ve Rabbin gidin savaşın; biz burada oturacağız, dediler”; “Musa: Rabbim! Ben kendimden ve kardeşimden başkasına hakim olamıyorum; bizimle, bu yoldan çıkmış toplumun arasını ayır, dedi.”; “Allah, öyleyse orası (arz-ı mukaddes) onlara kırk yıl yasaklanmıştır; (bu müddet içinde) yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Artık sen, yoldan çıkmış toplum için üzülme, dedi.”
Musa kavminin nefs tezkiyesinde başarılı olamadığını bu âyetlerden anlıyoruz. İnsanî nefsin; emmare, levvame ve mülhime mertebeleri arasında gidip gelen Yahudi soyu, yaptıkları itirazla, mülhime mertebesinden tekrar zulmet makamı olan nefs-i emmare mertebesine düşmüştür. Musa kavminin, nefislerindeki ilahî nur, parlamamış, Rabbin hikmetleri ve sırları onlarda aşikâr olmamıştır.
Yahudi soyu ile ilgili Kur’ân’da yer alan âyetlere topluca bakıldığında, kalıcı bir olgunluk halinin bu kavimde tahakkuk etmediği görülmektedir. Kalpleri bir türlü itminana ermemiştir. Nefsin, zulmanî (dünyevî) karanlıkları onların sanki de kalıcı makamı olmuştur. Nitekim sonuçta, Allah teâla, onları ‘lânetiyle’ anmıştır. Rabbin; âfâktaki (dış âlem) ve enfüsteki (iç âlem) apaçık âyetlerini görmeyip nefs-i emmare karanlığında kalan her kişi, lânete müstahak olmuştur ve cehennemi görecektir.
Musa kavmi, çölde kırk yılda gabâvetinden kurtulamamıştır. Hz. Muhammed aleyhisselamın ümmeti olan müminler de ise, bir mürşidin terbiyesinde, kırk gün, nefs tezkiyesiyle meşgul olunduğunda, kalpteki iman nuru, ay ise, güneş mertebesine çıkabilmektedir.
Sonuç: Allah teâla, her kuluna ebediyen yaşayacağı bir gönül şehri armağan etmiştir. O mukaddes ve muazzam şehri insanın ruhunda gizlemiştir. Kutsal gönül şehrini anlaması ve o şehre lâyık olması için insana, dünya hayatı verilmiştir. Fakat Allah, dünyayı serap hükmünde kılmış, mecazî hayat gösterilerek, kişi, ebedî hakikate yöneltilmiştir. Rab teâla; peygamberler ve kitaplar gönderip insanları uyarmıştır. Her peygamber ve varisi olan alimler/mürşitler, dünya çölünden çıkıp gönül cennetine girmek isteyenlere, bunu, kendi ruhlarına doğru yapacakları yürüyüşle (nefis tezkiyesi) gerçekleştirebileceklerini öğretmişlerdir. Felâket, kişinin nefs-i emmare seviyesinde kalması, arz-ı mukaddesinden habersiz ölüp gitmesidir. Bu hâl, kişinin çölden çıkamamasıdır. (Dünya serabı.) Âlem çölünün ahretteki karşılığı cehennem olarak düşünülebilir. (Çöl; nimet değil, nikmettir; Musa çölü, dünya çölü gibidir.)