
İçine düştüğümüz berbat ikilemleri, gelgitleri bir düşünsenize:
Apaçık bir şey bu, her gün, her ortamda ‘iyi ile kötü arasındayız’…
Başka?
İki yakadan birine geçmek için mutlaka karar vermek zorundayız:
Gitmekle kalmak...
Sevmekle nefret etmek arasındayız.
A mı, B mi, C mi, D mi? Doğruyla yanlış arasındayız…
Hangisi daha çok kazandıracak? Dolarla altın arasındayız kimimiz…
Kimimiz de açlıkla tokluk arasında…
Sonra mesela, dilediğimiz kadar yiyip iliklerimize kadar doymakla aç kalıp fit olmak arasındayız. Ne trajik bir ikilem !
Yatıp dinlenmekle çok çalışıp bi’şey olmak. O da çok trajik…
Ve yani mışıl mışıl uyumakla kalkıp işe koyulmak arasındayız, görece -mesela kargalara göre- kısacık sayılabilecek ömrümüzde…
Ya başka?...
Karımızla veya kocamızla annemiz ya da oğlumuzla kızımız arasındayız. Aile içi muğlak durumlar…
Büyüdüğümüz eski mahallede kalmakla yeni bir siteye taşınmak arasındayız. Buysa gayet müşahhas (fazlasıyla somut) bir ikilem…
Ya daha başka?..
Sonra modernle geleneksel arasındayız…
Memleketimizde kalıp o çapta bir meslek edinmekle büyük şehre göçüp yeni ufuklar, yeni çaplar, daha büyük bütçeler oluşturmak arasında.
Belki de mutlulukla mutsuzluk arasında…
Doğu ile Batı arasındayız.
Zaten daima aklımızla duygularımız arasındayız.
Böyle sürer gider sayfalarca, bizi girdabında oyalayan bütün ikilemleri yazsak.
Düşünün ki daha nelerle-nelerin arasındayız?
***
Ben, tam da şu anda, bir gece yarısı bu satırları karalarken kelimenin tam anlamıyla ‘araftayım’:
Yukarıda sıraladığım ikilemlerini bir kısmını yaşamış ya da hâlâ yaşıyor olmakla birlikte; tam da şu anda, bir yandan geceyle gündüzün, bir yandan da iki muhteşem sözün arasındayım:
Geceyle gündüzün arasındayım:
Bir iki saat içinde tan ağaracak. Bu, çok sevdiğim bir metamorfoz anı. Hayatın sürdüğünü, her şeyin yeniden başladığını, yeni şanslarımız olacağını müjdeleyen bir dönüm noktası.
Diğer yandan iki muhteşem sözün tam arasındayım:
Biri neredeyse yalnızlığı övüyor: ‘Yakınlık, uzaklıktan daha sıkıntılıdır. Çünkü her yakınlıkta gizli bir kaybetme korkusu, her uzaklıkta ise kavuşma ümidi vardır.’
Bu söz, az evvel internet üzerinden eski bölümlerini karıştırdığım Prison Break dizisinde geçiyor.
Diğer söz, hayatımızın eninde sonunda karşımıza bir mezarlık duvarı gibi öreceği şeyi betimliyor ve ‘Gün gelir ve anlar ki insan, yaşadığı her şey bir yalandır. Geriye de vazgeçemediği bir aşk ve kabullenemediği bir yalnızlık kalır...’ diyor.
Bu sözü de 2008 yılında 80 yaşındayken yitirdiğimiz Kırgızistanlı Türk romancı Cengiz Aytmatov söylüyor.
Öyle bir yürek, 80 yıla ne aşklar, ne ayrılıklar, ne mücadeleler, ne zaferler ve ne yalnızlıklar sığdırmıştır, kim bilir?..
***
Aytmatov’un tarif ettiği o adrese, ömrü yeten herkes muhakkak uğrayacak. Acı ama gerçek!
Ölümden önce bir mezarlık duvarı gibi etrafımızı çevirecek yalnızlık. Kaçınılmaz…
Tanıdıklarımızın, hayata birlikte başladıklarımızın, birlikte olduğumuz her andan haz damıttığımız insanların çoğu -eğer biz çok uzun yaşarsak- bizden önce ölmüş olacak. İşte bu nedenle yalnızlık, aile kalabalığı içerisinde yaşlanan insanlar için bile ne yazık ki mukadder.
‘Mezarlık duvarı’ dediğim şey, işte o durumla, o son çağla ilgili...
Muazzam bir özet. Hakkını teslim ediyorum ama ben o sözün peşine düşmeyi tercih etmiyorum.
Prison Break senaristinin hayata düştüğü dipnot ise peşinden sürüklenmeye değer. Bana göre. Farklı bir bakış açısı, etkileyici bir öneri…
En azından benim için ya da özellikle bu gece için.
Hiç kuşkusuz -bilenlere- Divan edebiyatımızın muazzam şairi Fuzuli’yi anımsatan bu söz, bizi tekrar en başa döndürüyor:
Yakınlık eğer gerçekten de uzaklıktan daha sıkıntılıysa…
O zaman ikilemlerimiz apaçık birer kaçış.
Öyle değil mi?
Ve yani bir tarafa tutunup kök salmaktan korktuğumuz için bütün o kaçış senaryolarına biz sığınıyoruz. Onları içimizde biz yaratıyoruz. Bir çeşit halüsinasyon gibi…
iyi ile kötü arasında değiliz aslında; zamanımızın çoğunda o ikisinden biri biziz ama bu durumu kabullenmek ile kabullenememek -ve yani itiraz yahut isyan- arasında bocalıyoruz.
Gitmekle kalmak arasında bir kararımız vardır aslında; ama yine de bocalıyoruz işte.
Sevmekle nefret etmek arasında da bir tercihimiz var; esas sorun bunu ilan etmek; ama edemiyoruz çoğu kez…
Karımızla annemiz ya da oğlumuzla kızımız arasında falan değiliz; sorun, kendimizi onlara kabul ettirebilme rüyamız; herhalde kabul ettiremiyoruz…
Keza; mahallemizde kalmakla yeni bir siteye taşınmak arasındaki seçimimiz net de ah bir de evdekiler bizim gibi düşünse…
Başka yere göçmek ya da memlekette kalmak konusu da böyle.
Sonra modernle geleneksel arasında olmak…
Doğu ile Batı arasında olmak…
Aklımızla duygularımız arasında olmak…
Hepsi aslında bizim nerede olacağımıza az biraz karar kıldığımız şeyler.
Ama işte…
Bir de ailemiz, sevdiklerimiz, önemsediklerimiz, eşimiz-dostumuz, konu-komşumuz onaylasa tercihlerimizi.
Hani, ekonomi de tam istediğimiz gibi gitse…
Bütün soruların doğru yanıtı, tam da bizim verdiğimiz yanıt olsa…
Değil mi?
Her şey -ve bütün kararlar- ne kadar kolaylaşır o zaman.
Apaçık bir şey bu, her gün, her ortamda ‘iyi ile kötü arasındayız’…
Başka?
İki yakadan birine geçmek için mutlaka karar vermek zorundayız:
Gitmekle kalmak...
Sevmekle nefret etmek arasındayız.
A mı, B mi, C mi, D mi? Doğruyla yanlış arasındayız…
Hangisi daha çok kazandıracak? Dolarla altın arasındayız kimimiz…
Kimimiz de açlıkla tokluk arasında…
Sonra mesela, dilediğimiz kadar yiyip iliklerimize kadar doymakla aç kalıp fit olmak arasındayız. Ne trajik bir ikilem !
Yatıp dinlenmekle çok çalışıp bi’şey olmak. O da çok trajik…
Ve yani mışıl mışıl uyumakla kalkıp işe koyulmak arasındayız, görece -mesela kargalara göre- kısacık sayılabilecek ömrümüzde…
Ya başka?...
Karımızla veya kocamızla annemiz ya da oğlumuzla kızımız arasındayız. Aile içi muğlak durumlar…
Büyüdüğümüz eski mahallede kalmakla yeni bir siteye taşınmak arasındayız. Buysa gayet müşahhas (fazlasıyla somut) bir ikilem…
Ya daha başka?..
Sonra modernle geleneksel arasındayız…
Memleketimizde kalıp o çapta bir meslek edinmekle büyük şehre göçüp yeni ufuklar, yeni çaplar, daha büyük bütçeler oluşturmak arasında.
Belki de mutlulukla mutsuzluk arasında…
Doğu ile Batı arasındayız.
Zaten daima aklımızla duygularımız arasındayız.
Böyle sürer gider sayfalarca, bizi girdabında oyalayan bütün ikilemleri yazsak.
Düşünün ki daha nelerle-nelerin arasındayız?
***
Ben, tam da şu anda, bir gece yarısı bu satırları karalarken kelimenin tam anlamıyla ‘araftayım’:
Yukarıda sıraladığım ikilemlerini bir kısmını yaşamış ya da hâlâ yaşıyor olmakla birlikte; tam da şu anda, bir yandan geceyle gündüzün, bir yandan da iki muhteşem sözün arasındayım:
Geceyle gündüzün arasındayım:
Bir iki saat içinde tan ağaracak. Bu, çok sevdiğim bir metamorfoz anı. Hayatın sürdüğünü, her şeyin yeniden başladığını, yeni şanslarımız olacağını müjdeleyen bir dönüm noktası.
Diğer yandan iki muhteşem sözün tam arasındayım:
Biri neredeyse yalnızlığı övüyor: ‘Yakınlık, uzaklıktan daha sıkıntılıdır. Çünkü her yakınlıkta gizli bir kaybetme korkusu, her uzaklıkta ise kavuşma ümidi vardır.’
Bu söz, az evvel internet üzerinden eski bölümlerini karıştırdığım Prison Break dizisinde geçiyor.
Diğer söz, hayatımızın eninde sonunda karşımıza bir mezarlık duvarı gibi öreceği şeyi betimliyor ve ‘Gün gelir ve anlar ki insan, yaşadığı her şey bir yalandır. Geriye de vazgeçemediği bir aşk ve kabullenemediği bir yalnızlık kalır...’ diyor.
Bu sözü de 2008 yılında 80 yaşındayken yitirdiğimiz Kırgızistanlı Türk romancı Cengiz Aytmatov söylüyor.
Öyle bir yürek, 80 yıla ne aşklar, ne ayrılıklar, ne mücadeleler, ne zaferler ve ne yalnızlıklar sığdırmıştır, kim bilir?..
***
Aytmatov’un tarif ettiği o adrese, ömrü yeten herkes muhakkak uğrayacak. Acı ama gerçek!
Ölümden önce bir mezarlık duvarı gibi etrafımızı çevirecek yalnızlık. Kaçınılmaz…
Tanıdıklarımızın, hayata birlikte başladıklarımızın, birlikte olduğumuz her andan haz damıttığımız insanların çoğu -eğer biz çok uzun yaşarsak- bizden önce ölmüş olacak. İşte bu nedenle yalnızlık, aile kalabalığı içerisinde yaşlanan insanlar için bile ne yazık ki mukadder.
‘Mezarlık duvarı’ dediğim şey, işte o durumla, o son çağla ilgili...
Muazzam bir özet. Hakkını teslim ediyorum ama ben o sözün peşine düşmeyi tercih etmiyorum.
Prison Break senaristinin hayata düştüğü dipnot ise peşinden sürüklenmeye değer. Bana göre. Farklı bir bakış açısı, etkileyici bir öneri…
En azından benim için ya da özellikle bu gece için.
Hiç kuşkusuz -bilenlere- Divan edebiyatımızın muazzam şairi Fuzuli’yi anımsatan bu söz, bizi tekrar en başa döndürüyor:
Yakınlık eğer gerçekten de uzaklıktan daha sıkıntılıysa…
O zaman ikilemlerimiz apaçık birer kaçış.
Öyle değil mi?
Ve yani bir tarafa tutunup kök salmaktan korktuğumuz için bütün o kaçış senaryolarına biz sığınıyoruz. Onları içimizde biz yaratıyoruz. Bir çeşit halüsinasyon gibi…
iyi ile kötü arasında değiliz aslında; zamanımızın çoğunda o ikisinden biri biziz ama bu durumu kabullenmek ile kabullenememek -ve yani itiraz yahut isyan- arasında bocalıyoruz.
Gitmekle kalmak arasında bir kararımız vardır aslında; ama yine de bocalıyoruz işte.
Sevmekle nefret etmek arasında da bir tercihimiz var; esas sorun bunu ilan etmek; ama edemiyoruz çoğu kez…
Karımızla annemiz ya da oğlumuzla kızımız arasında falan değiliz; sorun, kendimizi onlara kabul ettirebilme rüyamız; herhalde kabul ettiremiyoruz…
Keza; mahallemizde kalmakla yeni bir siteye taşınmak arasındaki seçimimiz net de ah bir de evdekiler bizim gibi düşünse…
Başka yere göçmek ya da memlekette kalmak konusu da böyle.
Sonra modernle geleneksel arasında olmak…
Doğu ile Batı arasında olmak…
Aklımızla duygularımız arasında olmak…
Hepsi aslında bizim nerede olacağımıza az biraz karar kıldığımız şeyler.
Ama işte…
Bir de ailemiz, sevdiklerimiz, önemsediklerimiz, eşimiz-dostumuz, konu-komşumuz onaylasa tercihlerimizi.
Hani, ekonomi de tam istediğimiz gibi gitse…
Bütün soruların doğru yanıtı, tam da bizim verdiğimiz yanıt olsa…
Değil mi?
Her şey -ve bütün kararlar- ne kadar kolaylaşır o zaman.