
Üzgünüz elbette. Hem de çok üzgünüz...
Ama öyle sadece bir tek nedenden kaynaklanan; muazzam büyüklükte bir doğal afetten, dışa vuran organizasyon bozukluklarından, iğrenç yağma ve fırsatçılık görüntülerinden, kaybettiklerimizden, şehirlerin ve kültürlerin ölümünden, özetle bir tek nedenden ötürü değil üzüntümüz.
Bir çırpıda giderilebilir bir şey de değil dolayısıyla!
Çok uzun zaman alacak bir tedaviye, çok derin bir şuur mühendisliğine, soyut ve somut seferberliklere ihtiyacımız var. Bu çok açık!
Az önce saydıklarımdan tamamen farklı bir katmanda, duygular ve ilişkiler örgüsünün derinlerinde bir yerde bambaşka bir sorun daha yatıyor: Ruhun işgali...
Bir bakın, öyle insanlar var ki hayatımızda...
Nezaket gösterir onlardan birini ya da birkaçını hayatınıza öyle ya da böyle buyur edersiniz. Rolleri küçüktür. Sonrasını çok da bilmeden ve zaten fazla önemsemeden...
Öyleleri başlangıçta size hürmet gösterir, sizi onaylar, destekler, mutlu eder, tamamlar, saygı duyuyormuş gibi yapar, sizi sıkıştırmaz, kendiniz olmaktan çıkarmaz sizi. Rolünü şahane oynar. Güven çemberinizin sıfır noktasına kadar girer ve siz de izin verirsiniz sokulmasına.
Ona karşı olabildiğince mütevazısınızdır. Onun eksiğini gediğini asla yüzüne vurmazsınız. Üzülmeden, duraksamadan, olabileceğinden daha hızlı ilerlesin istersiniz. Kısasa kısas; hürmete hürmet!
Bir çeşit ödüllendirmedir bu: Hem karşındakini hem de kendini...
Bir süre böyle ‘iyi’ gider...
Ama sonra karşı taraf usul usul alanını genişletmeye başlar. Siz farkına varırsınız ama ruhunuz çatışmaya çok müsait değildir. Sevmişsinizdir onu, güvenmişsinizdir ona. ‘Yanılmış olabilirim, o öyle biri değil, düzelecek, bu geçici...’ falan filan...
Nikbinlik de deniyor buna: Aşırı iyimserlik...
İç sesiniz sizi fena halde yanıltır ama!
Tecavüz edilen alan, işgal edilen gönül arsası yani sürekli genişler; sizin önce düşünceleriniz, sonra kararlarınız, sonra tercihleriniz, sonra karakteriniz sorgulanmaya başlanır. İşte bu noktadan sonra karşınızda duran şeyi rahatlıkla ‘işgalci insan’ diye tanımlayabilirsiniz.
Sandığınızdan farklı bir ‘şeydir’ artık o...
İşgal çoktan başlamış, dış surlarda gedikler açılmıştır artık.
Tahammülünüz, sabrınız, ‘Yok, olmaz bu defa!’ deyişiniz, safdilliğiniz, insana dair umudunuz, iyimserliğiniz, nikbinliğiniz yani, sizi ne yazık ki bir kez daha derin hayal kırıklığına sürüklemiştir.
Geçmiş olsun!
Matrix filminin tıpkı sinema gibi felsefeye de ustaca iliştirdiği bir metafordur bu.
İşgal...
İnsanın içinin, bilincinin, belleğinin, ruhunun işgali...
★★
İnsana inancınızı yitirin veya ondan vaz geçin diye anlatmıyorum bunu.
Sakın vaz geçmeyin!
Hele de milletçe mateme boğulduğumuz böyle kara günlerde.
İnsana güvenmekten, inanmaktan, sevmekten, birine aşık olmaktan, onlarla çalışma takımları kurmaktan, örgütlenmekten, ortak çıkışlar ve çözümler araştırmak ve bu doğrultuda tartışmak için bir araya gelmekten vaz geçmeyeceğiz!
Vaz geçmemeliyiz...
Çünkü vaz geçersek enkaz üzre doğrulmaya çalışan ‘insan’ biter.
İşgalci olmayan iyi insanlara yazık olur o zaman. Aşık olduğumuz şehirlerin çöküşü tahammül edilemez bir durum; ama tümüyle insansız bir dünya zaten anlam sınırlarının dışına sürüklenir, bambaşka bir yörüngeye kayar...
Ve kim bilir orada neye dönüşür?
★★
Konumuza ve madalyonun diğer yüzüne dönelim:
İşgalci insanın içinde de elbette yine insan var. Onun için de yaşarken tanıladığımız, bazılarıyla yakın ilişki kurduğumuz işgalci insanları şimdi, bunca yaşanmışlıktan sonra ikiye ayırabiliriz:
1-Kötü işgalciler...
2-Daha kötü işgalciler...
Karışık gibi, biraz açayım bunu:
Niye iyi işgalci-kötü işgalci değil?
‘İşgalcinin iyisi olmaz’ onun için!
İyi olan, zaten işgalci olamaz.
Bağışlayın, bunu yineleyeceğim, iyi insan; size hürmet gösterir, sizi onaylar, destekler, mutlu eder, tamamlar, saygı gösterir, sizi sıkıştırmaz, eleştirir tabii ki ama sizi kendiniz olmaktan çıkarmaya da teşebbüs etmez...
Onun için her işgalci kötüdür; ama bazıları işi sistematikleştirdikleri ve herkesi sürekli keriz yerine koydukları için ‘daha kötüdür’!
★★
Kötü işgalciler:
Durmuş bir saatin bile arada bir -aslında günde sadece iki kere- doğru zamanı göstermesi gibi işgalciler de doğru tutum ve davranışlara arada bir yaklaşırlar.
Ne zaman?
Sizin uyandığınızı, sınır koymaya başladığınızı anladıkları zaman. Ama hepsi bu; bir işgalci asla başa dönmez. Duraksar, biraz bekler ve kaldığı yerden devam eder. Ta ki bütün gönül arsanızı ilhak edinceye kadar.
★★
Ve daha kötü işgalciler:
Asla, hiçbir zaman duraksamazlar. Sınır çizgisini her gün biraz daha ileriye taşırlar, sizin egemenlik alanınızdan her gün bir parça daha ele geçirirler. Rahatsız olduğunuzu hissettirseniz de hatta açıkça söyleseniz de kendilerince kazanılmış hak gibi gördükleri şeyden, işgalden, asla vaz geçmezler. Sonra film kopar...
Ne zaman?
Sizin ‘Yeter artık, ben her şeyin farkındayım ve senin yaptığın buraya kadar!’ dediğiniz zaman.
Öyle diyebilirseniz tabii...
★★
İşgal mi var hayatınızda, bir işgalci mi var?
Gecikmeden ‘Yeter artık, buraya kadar!’ deyin; ama lütfen, ama sakın, ama ne olur insanlara güvenmekten ve onları -başka insanları- her şeye rağmen sevmekten, onlara şans tanımaktan vaz geçmeyin!
Çünkü vaz geçerseniz insan(lık) biter. İşgalci olmayan iyi insanlara yazık olur o zaman. Size yazık olur! İşgalci değilsiniz siz, hayatı ve itibarı işgal edilenlerden birisiniz, eminim bundan.
★★
Peki, ben sizin bir işgalci olmadığınızı nereden mi biliyorum?
Aslında bilmiyorum, sadece olmadığınızı tahmin ediyorum.
Bu yazıyı buraya, neredeyse sonuna kadar okudunuz ya, ondan tahmin hakkımı sizin lehinize kullanıyorum. Eğer kaskatı bir işgalci olsaydınız ortaya bile varmadan yazdıklarımı önce üstünüze alır, defansa çekilir, sonra kesinlikle reddeder ve ‘Hadi ordan!’ der iletişimimizi de oracıkta keserdiniz.
Ama öyle yapmadınız.
Hatta -bir tahmin daha- satırlar arasında ilerlerken kendi hayatınızı işgal etmiş zalim ve bencil insanları düşündünüz.
Teşekkür ederim. Siz aksini iddia etmedikçe evet, siz iyi bir insansınız!
İşgalci bir şahsiyet siz olamazsınız!
Öyle yapmazsınız, değil mi?
Yapmayın aman!
Ama öyle sadece bir tek nedenden kaynaklanan; muazzam büyüklükte bir doğal afetten, dışa vuran organizasyon bozukluklarından, iğrenç yağma ve fırsatçılık görüntülerinden, kaybettiklerimizden, şehirlerin ve kültürlerin ölümünden, özetle bir tek nedenden ötürü değil üzüntümüz.
Bir çırpıda giderilebilir bir şey de değil dolayısıyla!
Çok uzun zaman alacak bir tedaviye, çok derin bir şuur mühendisliğine, soyut ve somut seferberliklere ihtiyacımız var. Bu çok açık!
Az önce saydıklarımdan tamamen farklı bir katmanda, duygular ve ilişkiler örgüsünün derinlerinde bir yerde bambaşka bir sorun daha yatıyor: Ruhun işgali...
Bir bakın, öyle insanlar var ki hayatımızda...
Nezaket gösterir onlardan birini ya da birkaçını hayatınıza öyle ya da böyle buyur edersiniz. Rolleri küçüktür. Sonrasını çok da bilmeden ve zaten fazla önemsemeden...
Öyleleri başlangıçta size hürmet gösterir, sizi onaylar, destekler, mutlu eder, tamamlar, saygı duyuyormuş gibi yapar, sizi sıkıştırmaz, kendiniz olmaktan çıkarmaz sizi. Rolünü şahane oynar. Güven çemberinizin sıfır noktasına kadar girer ve siz de izin verirsiniz sokulmasına.
Ona karşı olabildiğince mütevazısınızdır. Onun eksiğini gediğini asla yüzüne vurmazsınız. Üzülmeden, duraksamadan, olabileceğinden daha hızlı ilerlesin istersiniz. Kısasa kısas; hürmete hürmet!
Bir çeşit ödüllendirmedir bu: Hem karşındakini hem de kendini...
Bir süre böyle ‘iyi’ gider...
Ama sonra karşı taraf usul usul alanını genişletmeye başlar. Siz farkına varırsınız ama ruhunuz çatışmaya çok müsait değildir. Sevmişsinizdir onu, güvenmişsinizdir ona. ‘Yanılmış olabilirim, o öyle biri değil, düzelecek, bu geçici...’ falan filan...
Nikbinlik de deniyor buna: Aşırı iyimserlik...
İç sesiniz sizi fena halde yanıltır ama!
Tecavüz edilen alan, işgal edilen gönül arsası yani sürekli genişler; sizin önce düşünceleriniz, sonra kararlarınız, sonra tercihleriniz, sonra karakteriniz sorgulanmaya başlanır. İşte bu noktadan sonra karşınızda duran şeyi rahatlıkla ‘işgalci insan’ diye tanımlayabilirsiniz.
Sandığınızdan farklı bir ‘şeydir’ artık o...
İşgal çoktan başlamış, dış surlarda gedikler açılmıştır artık.
Tahammülünüz, sabrınız, ‘Yok, olmaz bu defa!’ deyişiniz, safdilliğiniz, insana dair umudunuz, iyimserliğiniz, nikbinliğiniz yani, sizi ne yazık ki bir kez daha derin hayal kırıklığına sürüklemiştir.
Geçmiş olsun!
Matrix filminin tıpkı sinema gibi felsefeye de ustaca iliştirdiği bir metafordur bu.
İşgal...
İnsanın içinin, bilincinin, belleğinin, ruhunun işgali...
★★
İnsana inancınızı yitirin veya ondan vaz geçin diye anlatmıyorum bunu.
Sakın vaz geçmeyin!
Hele de milletçe mateme boğulduğumuz böyle kara günlerde.
İnsana güvenmekten, inanmaktan, sevmekten, birine aşık olmaktan, onlarla çalışma takımları kurmaktan, örgütlenmekten, ortak çıkışlar ve çözümler araştırmak ve bu doğrultuda tartışmak için bir araya gelmekten vaz geçmeyeceğiz!
Vaz geçmemeliyiz...
Çünkü vaz geçersek enkaz üzre doğrulmaya çalışan ‘insan’ biter.
İşgalci olmayan iyi insanlara yazık olur o zaman. Aşık olduğumuz şehirlerin çöküşü tahammül edilemez bir durum; ama tümüyle insansız bir dünya zaten anlam sınırlarının dışına sürüklenir, bambaşka bir yörüngeye kayar...
Ve kim bilir orada neye dönüşür?
★★
Konumuza ve madalyonun diğer yüzüne dönelim:
İşgalci insanın içinde de elbette yine insan var. Onun için de yaşarken tanıladığımız, bazılarıyla yakın ilişki kurduğumuz işgalci insanları şimdi, bunca yaşanmışlıktan sonra ikiye ayırabiliriz:
1-Kötü işgalciler...
2-Daha kötü işgalciler...
Karışık gibi, biraz açayım bunu:
Niye iyi işgalci-kötü işgalci değil?
‘İşgalcinin iyisi olmaz’ onun için!
İyi olan, zaten işgalci olamaz.
Bağışlayın, bunu yineleyeceğim, iyi insan; size hürmet gösterir, sizi onaylar, destekler, mutlu eder, tamamlar, saygı gösterir, sizi sıkıştırmaz, eleştirir tabii ki ama sizi kendiniz olmaktan çıkarmaya da teşebbüs etmez...
Onun için her işgalci kötüdür; ama bazıları işi sistematikleştirdikleri ve herkesi sürekli keriz yerine koydukları için ‘daha kötüdür’!
★★
Kötü işgalciler:
Durmuş bir saatin bile arada bir -aslında günde sadece iki kere- doğru zamanı göstermesi gibi işgalciler de doğru tutum ve davranışlara arada bir yaklaşırlar.
Ne zaman?
Sizin uyandığınızı, sınır koymaya başladığınızı anladıkları zaman. Ama hepsi bu; bir işgalci asla başa dönmez. Duraksar, biraz bekler ve kaldığı yerden devam eder. Ta ki bütün gönül arsanızı ilhak edinceye kadar.
★★
Ve daha kötü işgalciler:
Asla, hiçbir zaman duraksamazlar. Sınır çizgisini her gün biraz daha ileriye taşırlar, sizin egemenlik alanınızdan her gün bir parça daha ele geçirirler. Rahatsız olduğunuzu hissettirseniz de hatta açıkça söyleseniz de kendilerince kazanılmış hak gibi gördükleri şeyden, işgalden, asla vaz geçmezler. Sonra film kopar...
Ne zaman?
Sizin ‘Yeter artık, ben her şeyin farkındayım ve senin yaptığın buraya kadar!’ dediğiniz zaman.
Öyle diyebilirseniz tabii...
★★
İşgal mi var hayatınızda, bir işgalci mi var?
Gecikmeden ‘Yeter artık, buraya kadar!’ deyin; ama lütfen, ama sakın, ama ne olur insanlara güvenmekten ve onları -başka insanları- her şeye rağmen sevmekten, onlara şans tanımaktan vaz geçmeyin!
Çünkü vaz geçerseniz insan(lık) biter. İşgalci olmayan iyi insanlara yazık olur o zaman. Size yazık olur! İşgalci değilsiniz siz, hayatı ve itibarı işgal edilenlerden birisiniz, eminim bundan.
★★
Peki, ben sizin bir işgalci olmadığınızı nereden mi biliyorum?
Aslında bilmiyorum, sadece olmadığınızı tahmin ediyorum.
Bu yazıyı buraya, neredeyse sonuna kadar okudunuz ya, ondan tahmin hakkımı sizin lehinize kullanıyorum. Eğer kaskatı bir işgalci olsaydınız ortaya bile varmadan yazdıklarımı önce üstünüze alır, defansa çekilir, sonra kesinlikle reddeder ve ‘Hadi ordan!’ der iletişimimizi de oracıkta keserdiniz.
Ama öyle yapmadınız.
Hatta -bir tahmin daha- satırlar arasında ilerlerken kendi hayatınızı işgal etmiş zalim ve bencil insanları düşündünüz.
Teşekkür ederim. Siz aksini iddia etmedikçe evet, siz iyi bir insansınız!
İşgalci bir şahsiyet siz olamazsınız!
Öyle yapmazsınız, değil mi?
Yapmayın aman!