İyi de…
Basit veya karmaşık onca duyguyu baştan sona yeni bir yaklaşımla tanımlarken, yeniden değerlendirip başköşeye oturttuğumuz tüm duygulara aynı değeri mi yükleriz?
Aşkın, korkunun, özlemin, kinin ve intikam hırsının, iyimserliğin, karamsarlığın...
Tüm bu duyguların rengi, ritmi, frekansı, etkisi, çekim gücü aynı mı?..
Kuşkusuz hayır!
Kimi duygular bize yaşama gücü, zorluklarla savaşma direnci verirken kimileri bizi yıldırıyor, bıktırıyor, bir çevrenin parçası olmaktan uzaklaştırıyorsa eğer…
Her duyguyu aynı renge boyayamayız.
Her duygu, bizi biz yapan bütün o karmaşık kişilik hesaplarının birer paydası olsa da, kimimizi olumlu kimimizi olumsuz duygular yönetiyor olsa da…
Biz, her duyguyu aynı cömertlikle buyur etmeyiz, edemeyiz gönlümüze...
‘Aşkı’ davet eder gibi ‘hırsın ve öfkenin’ önünde eğilmek, sağlıklı bir ruhun işareti olamaz mesela…
O halde bize egemen olacak duygulara karşı seçici yaklaşmak gibi tuhaf, muğlak, çetin bir zorunluluk beliriyor önümüzde.
***
Tuhaf, muğlak, çetin…
Öyle işte; çünkü çok ama çok şey bizim dışımızda gelişiyor. Ömrümüzün ne kadarını çalışarak geçireceğimizi ya da neye-ne kadar vergi ödeyeceğimizi başkaları belirliyor, sokak lambalarının rengini ve yüksekliğini, caddelerin ve viyadüklerin adını, asansör kapısının kaç saniye açık kalacağını, ekmeğin gramajını, sokağımızın peysajını başkaları belirliyor; hayatımızı oluşturan anların birbirine nasıl ekleneceğine başkaları karar veriyor…
Demokrasinin çöküşü mü, edilgenlik çağı (mı?)
Öyleyse, aynı zamanda korkunç mutsuzluklar çağıdır yaşadığımız bu çağ.
Dudak uçuklatan konforumuza rağmen…
Ama şu da var:
Hayata etkime, değişme ve değiştirme potansiyelimizi keşfetmek, dolayısıyla da iyimser olmak ya da ol(a)mamak bütünüyle bizim seçimimiz.
Pollyanna romantizmine/optimizmine bürünmeden, kendimize karşı dürüstlüğü elden bırakmadan, yaşamımızı süsleyen yığınla güzelliği, sağlıkla soluduğumuz her nefesi, ‘altında kaldığımız değil de çözdüğümüz sorunların sayısını’ önemseyerek belki bir şeyleri başarabiliriz.
Belki değişebiliriz ve değiştirebiliriz.
Belki…
Şu belki’nin içinden ‘Oldu’ çıkarabilen bir serüven, bizi destansı bir zafere taşır.
Bir günden başka bir güne devreden her yaşam, ayakta durabilen hatta kimi zaman ayakta duramasa da yatağında, sedyesinde doğrulabilen veya tekerlekli sandalyesini son sürat yaşama süren her insan, her tutkulu beden, insanoğlunun değerli hikâyesini simgeleyen anıtsal bir varlıktır çünkü…
*: Pusula arşivinden (Eylül, 2014)
Basit veya karmaşık onca duyguyu baştan sona yeni bir yaklaşımla tanımlarken, yeniden değerlendirip başköşeye oturttuğumuz tüm duygulara aynı değeri mi yükleriz?
Aşkın, korkunun, özlemin, kinin ve intikam hırsının, iyimserliğin, karamsarlığın...
Tüm bu duyguların rengi, ritmi, frekansı, etkisi, çekim gücü aynı mı?..
Kuşkusuz hayır!
Kimi duygular bize yaşama gücü, zorluklarla savaşma direnci verirken kimileri bizi yıldırıyor, bıktırıyor, bir çevrenin parçası olmaktan uzaklaştırıyorsa eğer…
Her duyguyu aynı renge boyayamayız.
Her duygu, bizi biz yapan bütün o karmaşık kişilik hesaplarının birer paydası olsa da, kimimizi olumlu kimimizi olumsuz duygular yönetiyor olsa da…
Biz, her duyguyu aynı cömertlikle buyur etmeyiz, edemeyiz gönlümüze...
‘Aşkı’ davet eder gibi ‘hırsın ve öfkenin’ önünde eğilmek, sağlıklı bir ruhun işareti olamaz mesela…
O halde bize egemen olacak duygulara karşı seçici yaklaşmak gibi tuhaf, muğlak, çetin bir zorunluluk beliriyor önümüzde.
***
Tuhaf, muğlak, çetin…
Öyle işte; çünkü çok ama çok şey bizim dışımızda gelişiyor. Ömrümüzün ne kadarını çalışarak geçireceğimizi ya da neye-ne kadar vergi ödeyeceğimizi başkaları belirliyor, sokak lambalarının rengini ve yüksekliğini, caddelerin ve viyadüklerin adını, asansör kapısının kaç saniye açık kalacağını, ekmeğin gramajını, sokağımızın peysajını başkaları belirliyor; hayatımızı oluşturan anların birbirine nasıl ekleneceğine başkaları karar veriyor…
Demokrasinin çöküşü mü, edilgenlik çağı (mı?)
Öyleyse, aynı zamanda korkunç mutsuzluklar çağıdır yaşadığımız bu çağ.
Dudak uçuklatan konforumuza rağmen…
Ama şu da var:
Hayata etkime, değişme ve değiştirme potansiyelimizi keşfetmek, dolayısıyla da iyimser olmak ya da ol(a)mamak bütünüyle bizim seçimimiz.
Pollyanna romantizmine/optimizmine bürünmeden, kendimize karşı dürüstlüğü elden bırakmadan, yaşamımızı süsleyen yığınla güzelliği, sağlıkla soluduğumuz her nefesi, ‘altında kaldığımız değil de çözdüğümüz sorunların sayısını’ önemseyerek belki bir şeyleri başarabiliriz.
Belki değişebiliriz ve değiştirebiliriz.
Belki…
Şu belki’nin içinden ‘Oldu’ çıkarabilen bir serüven, bizi destansı bir zafere taşır.
Bir günden başka bir güne devreden her yaşam, ayakta durabilen hatta kimi zaman ayakta duramasa da yatağında, sedyesinde doğrulabilen veya tekerlekli sandalyesini son sürat yaşama süren her insan, her tutkulu beden, insanoğlunun değerli hikâyesini simgeleyen anıtsal bir varlıktır çünkü…
*: Pusula arşivinden (Eylül, 2014)