
Çocuk olmak...
O kadar uzak ki artık...
Belki yıldızlar kadar erişilemeyecek mesafede...
Çocuktum, ufacıktım, yıldızları azıcık daha boyum uzun olsa tutarım sanırdım...
Yoksa şimdi mi bu sanıya kapıldım...
Çok mutlu geçmedi çocukluğumuz. Biz yazları gönlümüzce bisiklete binemedik örneğin. Neredeyse on dört yaşına rastlıyordu bir plastik topa sahip oluşumuz. O zamanda çocuk olmayı yitirmiştik. Büyümüştük ya, adam olmaya özenmiştik nereden öğrendikse? Oysa çocuk olmak daha güzelmiş, nereden bilebilirdik ki? Hani derler ya, elinizdeki şeyin değerini yitirince anlarsınız. Anlamadık, ama suçlayamazsınız ki biz çocuktuk, her şeyi anlayamaz çocuklar. Her şeyi bilen babalarımız vardı hepimizin. Akşam gelmelerini kaygılı bir sevinçle beklerdik. Bize çikolata getirebilirlerdi örneğin ama ya annemiz akşama değin yaptığımız yaramazlıkları anlatırsa ne olacaktı? Bizim çocukluğumuz, kaygı dolu koşuşturmalarla geçti. Biz, iki kuşağın arasındaki süreçte yaşadık çocukluğumuzu çünkü. Biz, ne babalarımız kadar geleneklere sarıp sarmalandık, ne de bugünküler kadar rahattık. Ama biz yine de çocuktuk. Sadece, alabildiğine doğal, hatta safçasına çocuktuk. Renkli televizyonla çocukken tanıştık ama siyah beyazıyla başladı serüvenimiz. Hayatımızda ilk defa televizyonda canlı yayın var dediklerinde, ekranın arkasındaki amcaların bizi göreceğini sanırdık. Garip bir korkuyla karışık keyif sarardı içimizi. Ya amcalar, parmak uçları yırtık çoraplarımızı görürse diye korkardık. Oysa amcalar ne bizi, ne parmak uçları yırtık çoraplarımızı göremezlerdi hakikatte.
Elimizde içi peynirle dolu dürümlerle sokaklarda koşuştururduk. Bizim çocukluğumuzda teneke kutularda kolalar yoktu örneğin. Biz içinde şekerli suyun bulunduğu, yalnız cam şişeler vardır sanırdık. Horoz şekerleri babalarımızdan emanetti ya bizlere, renkli, küçük içi çikolatalı şekerleri de tanımak zorunda bıraktılar bizleri. Biz, arada kalmış bir çocukluk yaşamaya mahkûm edilmiş çocuklardık. Arkamıza bakıp, halimize şükredebilirdik; doğru. Biz hep önümüze bakıp hayıflanmayı tercih ettik.
Üniversite olayları, sokak gösterileri, ölen adamlar, kan gölleri, etrafımızda olup bitenlerin özetleriydi sanki. Anlayamazdık ama garip bir huzursuzlukla doldururdu içimizi bu olup bitenler. Ya babamızı öldürürlerse, ya babamız bu akşam eve gelemezse gibi büyüklere özgü korkular yaşardık içimizde. Tuhaf olurduk. Bizi hep iğneci ablalar, polis amcalarla korkuttular, ha bir de kokorumuz vardı, hiç gelmeyen ama çevremizden hiç eksilmeyen.
Biz büyük bir iştahla dayak atan, son öğretmenlerin öğrencileri olduk. Öğretmenlerimiz üzerlerinde hak yemez yazılı kalın korkunç sopalarını yüzümüze yüzümüze sallarlardı. Sıra dayaklarından keyif alan arada kalmış çocukluklar yaşadık her birimiz. Sıra dayakları adaletli gelirdi, tek başına dayak yemek yüz kızartıcı bir kâbustu bizim için. Çünkü biz tek başına dayak yiyenlere için için gülerdik. Herkesinde bize güldüğünü sanır, daha bir acılanırdık. Bizim büyümüşte küçülmüş çocukluklarımız vardı. Kimse çocuk haklarından filan dem vurmazdı bizim çocukluğumuzda. Çalışmalıydık, bir baltaya sap olmalıydık, hem ağaç yaş iken eğilirdi, etimiz babamızın, kemiğimiz ustamızındı. Hatta, dayak da cennetten çıkmaydı bizim zamanımızda.
Biz, sanırım arada kalmış bir çocukluğu yaşadığımızı sanırdık.
Sadece yaşadığımızı sanırdık… o kadar!
O kadar uzak ki artık...
Belki yıldızlar kadar erişilemeyecek mesafede...
Çocuktum, ufacıktım, yıldızları azıcık daha boyum uzun olsa tutarım sanırdım...
Yoksa şimdi mi bu sanıya kapıldım...
Çok mutlu geçmedi çocukluğumuz. Biz yazları gönlümüzce bisiklete binemedik örneğin. Neredeyse on dört yaşına rastlıyordu bir plastik topa sahip oluşumuz. O zamanda çocuk olmayı yitirmiştik. Büyümüştük ya, adam olmaya özenmiştik nereden öğrendikse? Oysa çocuk olmak daha güzelmiş, nereden bilebilirdik ki? Hani derler ya, elinizdeki şeyin değerini yitirince anlarsınız. Anlamadık, ama suçlayamazsınız ki biz çocuktuk, her şeyi anlayamaz çocuklar. Her şeyi bilen babalarımız vardı hepimizin. Akşam gelmelerini kaygılı bir sevinçle beklerdik. Bize çikolata getirebilirlerdi örneğin ama ya annemiz akşama değin yaptığımız yaramazlıkları anlatırsa ne olacaktı? Bizim çocukluğumuz, kaygı dolu koşuşturmalarla geçti. Biz, iki kuşağın arasındaki süreçte yaşadık çocukluğumuzu çünkü. Biz, ne babalarımız kadar geleneklere sarıp sarmalandık, ne de bugünküler kadar rahattık. Ama biz yine de çocuktuk. Sadece, alabildiğine doğal, hatta safçasına çocuktuk. Renkli televizyonla çocukken tanıştık ama siyah beyazıyla başladı serüvenimiz. Hayatımızda ilk defa televizyonda canlı yayın var dediklerinde, ekranın arkasındaki amcaların bizi göreceğini sanırdık. Garip bir korkuyla karışık keyif sarardı içimizi. Ya amcalar, parmak uçları yırtık çoraplarımızı görürse diye korkardık. Oysa amcalar ne bizi, ne parmak uçları yırtık çoraplarımızı göremezlerdi hakikatte.
Elimizde içi peynirle dolu dürümlerle sokaklarda koşuştururduk. Bizim çocukluğumuzda teneke kutularda kolalar yoktu örneğin. Biz içinde şekerli suyun bulunduğu, yalnız cam şişeler vardır sanırdık. Horoz şekerleri babalarımızdan emanetti ya bizlere, renkli, küçük içi çikolatalı şekerleri de tanımak zorunda bıraktılar bizleri. Biz, arada kalmış bir çocukluk yaşamaya mahkûm edilmiş çocuklardık. Arkamıza bakıp, halimize şükredebilirdik; doğru. Biz hep önümüze bakıp hayıflanmayı tercih ettik.
Üniversite olayları, sokak gösterileri, ölen adamlar, kan gölleri, etrafımızda olup bitenlerin özetleriydi sanki. Anlayamazdık ama garip bir huzursuzlukla doldururdu içimizi bu olup bitenler. Ya babamızı öldürürlerse, ya babamız bu akşam eve gelemezse gibi büyüklere özgü korkular yaşardık içimizde. Tuhaf olurduk. Bizi hep iğneci ablalar, polis amcalarla korkuttular, ha bir de kokorumuz vardı, hiç gelmeyen ama çevremizden hiç eksilmeyen.
Biz büyük bir iştahla dayak atan, son öğretmenlerin öğrencileri olduk. Öğretmenlerimiz üzerlerinde hak yemez yazılı kalın korkunç sopalarını yüzümüze yüzümüze sallarlardı. Sıra dayaklarından keyif alan arada kalmış çocukluklar yaşadık her birimiz. Sıra dayakları adaletli gelirdi, tek başına dayak yemek yüz kızartıcı bir kâbustu bizim için. Çünkü biz tek başına dayak yiyenlere için için gülerdik. Herkesinde bize güldüğünü sanır, daha bir acılanırdık. Bizim büyümüşte küçülmüş çocukluklarımız vardı. Kimse çocuk haklarından filan dem vurmazdı bizim çocukluğumuzda. Çalışmalıydık, bir baltaya sap olmalıydık, hem ağaç yaş iken eğilirdi, etimiz babamızın, kemiğimiz ustamızındı. Hatta, dayak da cennetten çıkmaydı bizim zamanımızda.
Biz, sanırım arada kalmış bir çocukluğu yaşadığımızı sanırdık.
Sadece yaşadığımızı sanırdık… o kadar!