
Bir kahraman arıyoruz !
Virüsü yenecek, doları düşürecek, kan davalarına ve töre cinayetlerine son verecek, bozuk köy yollarını asfalt kaplayacak, çocuklarımızı sınav stresinden kurtaracak; efendime söyleyeyim, milli geliri yükseltecek, hızlı ve kusursuz adaleti tesis edecek, ülkenin itibarını yükseltecek, iç-dış bütün sorunları çözecek, memleketi ateş çemberinden çıkaracak, bölgemizi -inanması güç ama- barış vahasına dönüştürebilecek bir kahraman, o da yetmez ‘bir süper kahraman’…
Ve fakat biliyoruz, kahraman dediğimiz şey öyle Trendyol’dan sipariş edilip bir haftaya getirtilebilen bir şey değil !
Az görülen, güç yetişen, çok nadir bir şey o…
Hoş, sorumluluğu üstümüzden atıp ‘bir kahramanın yolunu gözlemek’ artık ‘out’, demode bir şey!
Ya bir kahramana dönüşmek ya da bir kahraman doğurmak gerekiyor.
Sırf ‘beklemek’, Godot’yu beklemekten farksız!
Sonuçta sadece bir oyun o, bir dram…
★★
Ama gerçek kahramanlar var elbette. Her şey, mitolojiyle sınırlı değil.
Ben, gazeteci Sedat Kaya’dan okumuştum bu ‘gerçek kahramanın’ hikayesini. Meslektaşımın o güzel yazısından alıntılarla da size iletiyorum:
“Adapazarı’ndandı Kerim…
İnce uzun boyluydu, fidan gibi bir çocuktu…
Babasını seferberlik günlerinde kaybetmişti. 14’ünde yetim kalmıştı…
1919 yılının kış aylarıydı…
Okusun diye Eskişehir’e dayısının yayına gönderdiler Kerim’i. Dayısı trenlerde makinistti.
Kuvvacıydı…
Eskişehir o günlerde işgal altındaydı. İngilizler demiryolunu kontrol etmek için sömürgesi Hindistan’dan getirttiği askerlerle yörede kuş uçurtmuyordu. Üstelik kıtlık günleriydi. Evde ekmek dahi yoktu.
Kerim, Hintli askerlerle dost oldu. Onlardan bisküvit almaya başladı. Karnını ancak böyle doyurabiliyordu. Askerler bu şirin delikanlıyı zararsız gördükleri için düşmanın ambarlarına girebiliyordu.
Bir gün dayısı bir kenara çekti Kerim’i. Yine kulağına fısıldadı: ‘Ambardan silah çalıp bana getir, gavura karşı koyan zeybeklere vereceğim.’
Ve Kerim’in Kuvayi Milliye günleri işte o an başladı...
Arkadaşlarından öğrenmişti; kuvva, Arapçada ‘güç, kuvvet’ demekti. Kuvayi Milliye ise milli kuvvetler anlamına geliyordu.
Kerim, içinde tutuşan milli kuvvetin aşkıyla ve hiç korkmadan her gün ambarlara giriyor, çuval ya da süpürge çalıları arasında bir iki tüfek kaçırıyordu. Dayısı da tüfekleri gizlice zeybeklere uçuruyordu.
Zeybekler bu tüfeklerle işgalcilere kan kusturuyordu…
Bir süre sonra düşman geri çekilmeye başladı. Kentin kontrolü artık zeybeklerdeydi. Dayısı Kerim’i bir kere daha kenara çekti. Yine kulağına fısıldadı: ‘Seni zeybeklere veriyorum, canın pahasına düşmana karşı koyasın!’
Canı pahasına…
Daha ötesi var mıydı?
Kerim kısa sürede ata binmeye başladı. Gizlenmeyi, iz bırakmamayı, aynı zamanda iz sürmeyi öğrendi.
Haberci yaptılar onu.
Görevi gizli emirleri cepheden cepheye taşımaktı.
Atını mahmuzladı mı yel gibi esiyordu. Kayalardan keçi gibi iniyordu. Ormanda gizlenip bir anda kayboluyordu. Bazen de Azrail’le burun buruna geliyordu...
Bir gün yine gizli bir emiri taşırken atı bir anda ürktü. Tenekeciler denen düşman çetesi mola verdikleri yerde ateş yakmış, söndürmeden gitmişlerdi. Hayvan korkudan şaha kalkınca, Kerim kendisini yerde buldu. İncecik bedeni savruldu.
Ağır yaralanmıştı...
Acı içinde tekrar ata bindi. Karargâha vardığında perişan durumdaydı. Doktor yok ki göstersinler. Çıkıkçı Şerif Ustaya emanet ettiler. Şerif usta katran varilinin içine batırdı Kerim’i. Bir süre öyle kaldı. Çıktığında artık kamburdu.
Kambur Kerim oldu o günden sonra…
Fakat o haliyle bile Kuvayı Milliye için çalışmaktan vaz geçmedi…
Kurtuluştan sonra uzun süre iş bulamadı.
Sonra hastabakıcı yaptılar kendisini. Görev yeri Bursa hapishanesi idi. Yıl 1940...
Kambur Kerim hapishanede şair Nazım Hikmet ile tanıştı. Çok samimi oldular. Nazım o günlerde ölümsüz şiiri ‘Kuvayi Milliye Destanı’nı yazmaktaydı. Kambur Kerim’in anlattıklarını dinledikçe heyecanlandı. Kerim yaşadıklarını anlattı, Nazım Hikmet soluklanmadan yazdı...
Ve Kuvayi Milli Destanı’nda artık Kambur Kerim de vardı…
Sonuna kadar hak ettiği biçimde hem de:
Yıl yine 1919 ve istanbul'un hâli
Ve Erzurum ve Sivas Kongreleri
Ve Kambur Kerim'in hikâyesi
dedi ‘İkinci Bap’ başlığında Nazım Hikmet. Sonra soluksuz devam etti:
"Akıllı, umutlu, sabırlı deli gönlüm
‘Ya istiklal ya ölüm!’ dedi.
Kambur Kerim de böyle dedi aynen
Adapazarlıydı Kambur Kerim
Seferberlikte ölen babası marangozdu
Seferberlik denince aklına Kerim'in
Çok beyaz bir yastıkta kara sakallı bir ölü yüzü,
Fahri Bey çiftliğinde patates toplayıp kaz gütmek,
Mektep kitapları ve bir de saçları altın gibi sarı
Fakat alnı çizgiler içinde anası gelirdi…(…)”
★★
Nazım Hikmet cezaevinden çıktıktan sonra çok etkilendiği bu adamın izini bulmaya çalıştı ama nafile, Kerim’den bir daha haber alamadı…
Kim bilir ne zaman, nerede, ne şekilde ölmüştü?
Nereye gömülmüştü hikayesini anlatmaktan imtina eden bu mütevazı kahraman? Bilmiyoruz ne yazık ki.
O, ömrü savaşmakla geçmiş gerçek bir kahramandı. Onun hayatı, Nazım’ın da vurguladığı gibi ‘Ya istiklal ya ölüm!’ sözüyle özdeşti. Ne var ki öldüğünde boynunda İstiklal Madalyası yoktu.
Ama sırtında bir fedakârlık ve zafer nişanı gibi duran kamburu vardı...
Nazım Hikmet Bursa hapishanesinde onu tanımasaydı, şiirine taşımasaydı bugün o serdengeçti Türk evladının, Kerim’in yani, adını muhtemelen hiç kimse bilmeyecekti.
Düşünün ki öyle kaç meçhul kahraman var olmuştur, yaşamıştır, geçip gitmiştir içimizden?
Peki kime ‘yazık’? Onlara mı, bize mi?..
Virüsü yenecek, doları düşürecek, kan davalarına ve töre cinayetlerine son verecek, bozuk köy yollarını asfalt kaplayacak, çocuklarımızı sınav stresinden kurtaracak; efendime söyleyeyim, milli geliri yükseltecek, hızlı ve kusursuz adaleti tesis edecek, ülkenin itibarını yükseltecek, iç-dış bütün sorunları çözecek, memleketi ateş çemberinden çıkaracak, bölgemizi -inanması güç ama- barış vahasına dönüştürebilecek bir kahraman, o da yetmez ‘bir süper kahraman’…
Ve fakat biliyoruz, kahraman dediğimiz şey öyle Trendyol’dan sipariş edilip bir haftaya getirtilebilen bir şey değil !
Az görülen, güç yetişen, çok nadir bir şey o…
Hoş, sorumluluğu üstümüzden atıp ‘bir kahramanın yolunu gözlemek’ artık ‘out’, demode bir şey!
Ya bir kahramana dönüşmek ya da bir kahraman doğurmak gerekiyor.
Sırf ‘beklemek’, Godot’yu beklemekten farksız!
Sonuçta sadece bir oyun o, bir dram…
★★
Ama gerçek kahramanlar var elbette. Her şey, mitolojiyle sınırlı değil.
Ben, gazeteci Sedat Kaya’dan okumuştum bu ‘gerçek kahramanın’ hikayesini. Meslektaşımın o güzel yazısından alıntılarla da size iletiyorum:
“Adapazarı’ndandı Kerim…
İnce uzun boyluydu, fidan gibi bir çocuktu…
Babasını seferberlik günlerinde kaybetmişti. 14’ünde yetim kalmıştı…
1919 yılının kış aylarıydı…
Okusun diye Eskişehir’e dayısının yayına gönderdiler Kerim’i. Dayısı trenlerde makinistti.
Kuvvacıydı…
Eskişehir o günlerde işgal altındaydı. İngilizler demiryolunu kontrol etmek için sömürgesi Hindistan’dan getirttiği askerlerle yörede kuş uçurtmuyordu. Üstelik kıtlık günleriydi. Evde ekmek dahi yoktu.
Kerim, Hintli askerlerle dost oldu. Onlardan bisküvit almaya başladı. Karnını ancak böyle doyurabiliyordu. Askerler bu şirin delikanlıyı zararsız gördükleri için düşmanın ambarlarına girebiliyordu.
Bir gün dayısı bir kenara çekti Kerim’i. Yine kulağına fısıldadı: ‘Ambardan silah çalıp bana getir, gavura karşı koyan zeybeklere vereceğim.’
Ve Kerim’in Kuvayi Milliye günleri işte o an başladı...
Arkadaşlarından öğrenmişti; kuvva, Arapçada ‘güç, kuvvet’ demekti. Kuvayi Milliye ise milli kuvvetler anlamına geliyordu.
Kerim, içinde tutuşan milli kuvvetin aşkıyla ve hiç korkmadan her gün ambarlara giriyor, çuval ya da süpürge çalıları arasında bir iki tüfek kaçırıyordu. Dayısı da tüfekleri gizlice zeybeklere uçuruyordu.
Zeybekler bu tüfeklerle işgalcilere kan kusturuyordu…
Bir süre sonra düşman geri çekilmeye başladı. Kentin kontrolü artık zeybeklerdeydi. Dayısı Kerim’i bir kere daha kenara çekti. Yine kulağına fısıldadı: ‘Seni zeybeklere veriyorum, canın pahasına düşmana karşı koyasın!’
Canı pahasına…
Daha ötesi var mıydı?
Kerim kısa sürede ata binmeye başladı. Gizlenmeyi, iz bırakmamayı, aynı zamanda iz sürmeyi öğrendi.
Haberci yaptılar onu.
Görevi gizli emirleri cepheden cepheye taşımaktı.
Atını mahmuzladı mı yel gibi esiyordu. Kayalardan keçi gibi iniyordu. Ormanda gizlenip bir anda kayboluyordu. Bazen de Azrail’le burun buruna geliyordu...
Bir gün yine gizli bir emiri taşırken atı bir anda ürktü. Tenekeciler denen düşman çetesi mola verdikleri yerde ateş yakmış, söndürmeden gitmişlerdi. Hayvan korkudan şaha kalkınca, Kerim kendisini yerde buldu. İncecik bedeni savruldu.
Ağır yaralanmıştı...
Acı içinde tekrar ata bindi. Karargâha vardığında perişan durumdaydı. Doktor yok ki göstersinler. Çıkıkçı Şerif Ustaya emanet ettiler. Şerif usta katran varilinin içine batırdı Kerim’i. Bir süre öyle kaldı. Çıktığında artık kamburdu.
Kambur Kerim oldu o günden sonra…
Fakat o haliyle bile Kuvayı Milliye için çalışmaktan vaz geçmedi…
Kurtuluştan sonra uzun süre iş bulamadı.
Sonra hastabakıcı yaptılar kendisini. Görev yeri Bursa hapishanesi idi. Yıl 1940...
Kambur Kerim hapishanede şair Nazım Hikmet ile tanıştı. Çok samimi oldular. Nazım o günlerde ölümsüz şiiri ‘Kuvayi Milliye Destanı’nı yazmaktaydı. Kambur Kerim’in anlattıklarını dinledikçe heyecanlandı. Kerim yaşadıklarını anlattı, Nazım Hikmet soluklanmadan yazdı...
Ve Kuvayi Milli Destanı’nda artık Kambur Kerim de vardı…
Sonuna kadar hak ettiği biçimde hem de:
Yıl yine 1919 ve istanbul'un hâli
Ve Erzurum ve Sivas Kongreleri
Ve Kambur Kerim'in hikâyesi
dedi ‘İkinci Bap’ başlığında Nazım Hikmet. Sonra soluksuz devam etti:
"Akıllı, umutlu, sabırlı deli gönlüm
‘Ya istiklal ya ölüm!’ dedi.
Kambur Kerim de böyle dedi aynen
Adapazarlıydı Kambur Kerim
Seferberlikte ölen babası marangozdu
Seferberlik denince aklına Kerim'in
Çok beyaz bir yastıkta kara sakallı bir ölü yüzü,
Fahri Bey çiftliğinde patates toplayıp kaz gütmek,
Mektep kitapları ve bir de saçları altın gibi sarı
Fakat alnı çizgiler içinde anası gelirdi…(…)”
★★
Nazım Hikmet cezaevinden çıktıktan sonra çok etkilendiği bu adamın izini bulmaya çalıştı ama nafile, Kerim’den bir daha haber alamadı…
Kim bilir ne zaman, nerede, ne şekilde ölmüştü?
Nereye gömülmüştü hikayesini anlatmaktan imtina eden bu mütevazı kahraman? Bilmiyoruz ne yazık ki.
O, ömrü savaşmakla geçmiş gerçek bir kahramandı. Onun hayatı, Nazım’ın da vurguladığı gibi ‘Ya istiklal ya ölüm!’ sözüyle özdeşti. Ne var ki öldüğünde boynunda İstiklal Madalyası yoktu.
Ama sırtında bir fedakârlık ve zafer nişanı gibi duran kamburu vardı...
Nazım Hikmet Bursa hapishanesinde onu tanımasaydı, şiirine taşımasaydı bugün o serdengeçti Türk evladının, Kerim’in yani, adını muhtemelen hiç kimse bilmeyecekti.
Düşünün ki öyle kaç meçhul kahraman var olmuştur, yaşamıştır, geçip gitmiştir içimizden?
Peki kime ‘yazık’? Onlara mı, bize mi?..