
Malumunuzdur; insanlar türlü türlü nedenlerle şiir yazmışlar ve yazmaya devam ederler. Kimi derdini, kimi özlemini, kimi yalnızlığını ve kimi de aşkını, mutluluğunu, heyecanını, yurt sevgisini, hissettiği yoğun zafer coşkusunu dizelere dökmüş…
Bir çeşit ‘kendini gerçekleştirme yoludur’ bu.
Ve bunu çok iyi yapanlar ‘gerçek şair’ olmuş.
Öyle diyoruz, öyle ünvanlandırıyoruz: Şair, ozan… Söze -herkese ait olan o şeye- hükmeden ve bu yolla gönülleri fetheden…
Ne yüce, ne muhteşem bir ünvan!
Beceremediği halde ısrar edenler, kartvizit edinmek için bu işi yapanlar, sözcükleri yüzüne gözüne bulaştıranlar ise…
Neyse, sonlarını biliyorsunuz işte! Hiç yazmasalar, hiç konuşmasalar daha iyi kendileri için…
★★
Hayatlarının baş köşesine şiiri oturtanların çoğunun söze hünerle hükmetmek dışında, esas ‘bir derdi olan insanlar’ olduklarını, düşlere ve düşüncelere bulandıklarını elbette biliyoruz:
Ve yani onlar, hayatın ve insanın halleri üzerine derin düşünmüşler; isyanlarını, haykırışlarını, feryatlarını, sızılarını, şikâyetlerini, itirazlarını, ikilemlerini, acılarını; hayatı ve ölümü dökmüşler şiirlerine.
Peki; gücün ve ihtişamın, doruklarında gezenler -bazı krallar, padişahlar, diktatörler mesela-, iktidarın muazzam gücünü ellerinde bulundurup her dilediklerini yapabildikleri halde niye şiir yazmış olabilirler ki?
Neden?
Dertleri nedir?
Nasıl bir amaçla şiir yazmış olabilirler?..
Yanıt çok basit: Onlar da insan!
Onlar da fâni… Hazinelerine ve ihtişamlarına rağmen günden güne eksildiklerinin, zayıfladıklarının farkındalar. Dalkavukları bunu söylemese de kendileri, kendi şuurları bunu kulaklarına her gece yarısı, ses soluk kesilince fısıldar…
Bununla birlikte muhtemelen onların sızıları, ikilemleri, acıları hiç kuşkusuz çok yoğun biçimde yaşadıkları ‘karar yorgunluğuna’ bağlı olarak normal insanlardan kat be kat daha fazladır.
Nasıl denir?
‘Yüksek dağın rüzgârı da kendine göre olur!’
★★
Vicdan muhasebesi; kralların, sultanların, ülke ve toplum yönetenlerin muhtemelen bizden çok daha sık yaptığı bir şeydir.
Ve o çok zor bir şeydir muhakkak!
Özellikle monarşilerde ve diktatörlüklerde, ‘Tek Adam’ durumundaki kimselerin aldıkları kararları, bu kararların kesinliğini ve doğurması olası bütün sonuçları bir düşünün.
‘Öl’ dediği ölüyor, ‘Kal’ dediği kalıyor bu insanların. Kardeş ya da evlat katline karar verdikleri zamanları düşünün. O gece nasıl uyunduğunu, ertesi sabah hangi duygularla uyanıldığını hayal etmek bile çok zor…
Ya sonrası?
O sultanların karar yorgunluğunu, bölünen uykularını, yolun sonunda kendi kendilerini nasıl yargıladıklarını, neye mahkûm ettiklerini bir düşünsenize…
Onlardan biridir işte Muhibbî.
Kimi kaynaklara göre 12, kimi kaynaklara göre 15 çocuğun babası; Gülfem Hatun’un ve Fülane Hatun’un ve Mahidevran Sultan’ın ve Hürrem Sultan’ın kocası; Yavuz Sultan Selim Han’ın ve Hafza Sultan’ın oğulları Muhibbî…
Muhibbî, Kanuni Sultan Süleyman’dır (Trabzon, 1494 - Zigetvar, 1566).
Muhibbî, bir padişahın mahlasıdır yani, takma adıdır.
O, kıtalar hâkimi bir Sultan olmakla birlikte çok etkileyici şiirler yazmış çok iyi de bir şairdir. Öyle biri ‘Niye, hangi içgüdüyle şiir yazmış olabilir?’ sorusunu buraya kadar azıcık yanıtlamış olduğumuzu düşünerek üzerinde durduğumuz şu düzyazı (nesir) zemininden hemen bir Muhibbî şiirine (nazıma) sıçrayalım. Aruz ölçüsünün Fâilâtün Fâilâtün Fâilâtün Fâilün kalıbına uyularak yazılmış bir şiir. Muhibbî, muhtemelen en ünlü şiirinde diyor ki:
“Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi
★
Saltanat dedikleri ancak cihân gavgasıdur
Olmaya baht ü seâdet dünyada vahdet gibi
★
Ko bu ıyş ü işreti çünkim fenâdur âkıbet
Yâr-i bâkî ister isen olmaya tâat gibi
★
Olsa kumlar sagışınca ömrüne hadd ü aded
Gelmeye bu şîşe-i çerh içre bir saat gibi
★
Ger huzûr itmek dilesen ey muhibbî fârig ol
Olmaya vahdet cihânda kûşe-i uzlet gibi”
★★
Belki daha önceden bir yerlerde karşılaştığınızı -hiç olmazsa beytü’l-gazelini (o çok ünlü ilk beyitini) işittiğinizi- tahmin ettiğim, benimse en başından beri özellikle ikinci beyitine aşık olduğum bu güzel Divan şiirinin günümüz Türkçesine aktarımı, Prof. Dr. M. A. Yekta Saraç’ın Divan Şiirinden Seçmeler adlı kitabında şöyle geçiyor:
“Halk arasında devlet (güç, azamet, iktidar, talih) kadar itibarlı bir başka şey yoktur (öyle sanılır) halbuki dünyada sağlıkla alınan bir tek nefes kadar mutluluk gerekçesi olamaz.
★
Saltanat dedikleri şey, aslında sadece dünya kavgasıdır, (halbuki) cihanda vahdet (birlik, uyum, dayanışma, anlaşılma) gibi başka bir şans ve mutluluk gerekçesi yoktur.
★
Böyle yiyip içmeleri bırak çünkü bu gidişin sonu kötüdür, eğer sonsuz ömürlü bir sevgili istersen ibadet gibisi yoktur.
★
Ömrünün günleri dünyadaki tüm kumların sayısınca olsa da bu felek şişesinde (zaman öyle hızlı geçer ki) onların tümü sana bir saat gibi bile gelmez, bitiverir.
★
Ey Muhibbî, eğer huzur bulmak istiyorsan dünyaya ait her şeyden elini eteğini çek; çünkü şu dünyada kalabalıktan uzak yaşayacağın bir kuytu köşenin vereceği huzurdan daha rahatlatıcı hiçbir şey bulamazsın...”
★★
Muhibbî, ne yazık ki hiçbir zaman dünyanın o huzurlu kuytusunu bulamamış ve orada hayal ettiği gibi inzivaya çekilip dünya işlerine sırt çevirememiş. Bu trajik son bir yana, biz şunu şimdi bir kez daha düşünelim:
Muhibbî, gelmiş geçmiş en büyük hükümdarlardan biri, evet ama o bildiğimizin ötesinde nasıl biridir ve bu şiirle biz torunlarına ne söylemek istemiştir?
Şairin derdini anladınız mı? Düşünün bir, kime-neyi öğütlüyor?
Düşündünüz ama bu pazılın bazı bölümleri hâlâ boş, değil mi?
O halde Muhibbî’yi biraz daha iyi tanımanız için onun Hürrem Sultan’a, katlettirdiği oğlu Şehzade Mustafa’ya ve vaktiyle dostu, sırdaşı, eniştesi olup da rivayet olunur ki sonra katlettirdiği Pargalı İbrahim Paşa’ya seslendiği şiirlerini bulup okumanızı öneririm.
O şiirlerden birinde işte
“Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân
Beni bir gözleri âhûya zebûn etdi felek” diyor…
(Arslanlar bile mahvedici pençem karşısında titrerken, felek beni bir ceylan gözlünün karşısında aciz bıraktı…)
Sözün zarafeti, şiirin derinli, öte yandan gerçeğin katılığı…
İşte buraya kadar değindiklerimden ötürü, sizi bilemem ama ben Muhibbî’yi baştan sona şair gibi yaşayamasa da harbîden iyi şiirler yazmış bir şair olarak görürüm. Bana göre şairliği sultanlığının düzeyine erişemese de Divan’ın birçok şairinden geri kalmaz!
Bir çeşit ‘kendini gerçekleştirme yoludur’ bu.
Ve bunu çok iyi yapanlar ‘gerçek şair’ olmuş.
Öyle diyoruz, öyle ünvanlandırıyoruz: Şair, ozan… Söze -herkese ait olan o şeye- hükmeden ve bu yolla gönülleri fetheden…
Ne yüce, ne muhteşem bir ünvan!
Beceremediği halde ısrar edenler, kartvizit edinmek için bu işi yapanlar, sözcükleri yüzüne gözüne bulaştıranlar ise…
Neyse, sonlarını biliyorsunuz işte! Hiç yazmasalar, hiç konuşmasalar daha iyi kendileri için…
★★
Hayatlarının baş köşesine şiiri oturtanların çoğunun söze hünerle hükmetmek dışında, esas ‘bir derdi olan insanlar’ olduklarını, düşlere ve düşüncelere bulandıklarını elbette biliyoruz:
Ve yani onlar, hayatın ve insanın halleri üzerine derin düşünmüşler; isyanlarını, haykırışlarını, feryatlarını, sızılarını, şikâyetlerini, itirazlarını, ikilemlerini, acılarını; hayatı ve ölümü dökmüşler şiirlerine.
Peki; gücün ve ihtişamın, doruklarında gezenler -bazı krallar, padişahlar, diktatörler mesela-, iktidarın muazzam gücünü ellerinde bulundurup her dilediklerini yapabildikleri halde niye şiir yazmış olabilirler ki?
Neden?
Dertleri nedir?
Nasıl bir amaçla şiir yazmış olabilirler?..
Yanıt çok basit: Onlar da insan!
Onlar da fâni… Hazinelerine ve ihtişamlarına rağmen günden güne eksildiklerinin, zayıfladıklarının farkındalar. Dalkavukları bunu söylemese de kendileri, kendi şuurları bunu kulaklarına her gece yarısı, ses soluk kesilince fısıldar…
Bununla birlikte muhtemelen onların sızıları, ikilemleri, acıları hiç kuşkusuz çok yoğun biçimde yaşadıkları ‘karar yorgunluğuna’ bağlı olarak normal insanlardan kat be kat daha fazladır.
Nasıl denir?
‘Yüksek dağın rüzgârı da kendine göre olur!’
★★
Vicdan muhasebesi; kralların, sultanların, ülke ve toplum yönetenlerin muhtemelen bizden çok daha sık yaptığı bir şeydir.
Ve o çok zor bir şeydir muhakkak!
Özellikle monarşilerde ve diktatörlüklerde, ‘Tek Adam’ durumundaki kimselerin aldıkları kararları, bu kararların kesinliğini ve doğurması olası bütün sonuçları bir düşünün.
‘Öl’ dediği ölüyor, ‘Kal’ dediği kalıyor bu insanların. Kardeş ya da evlat katline karar verdikleri zamanları düşünün. O gece nasıl uyunduğunu, ertesi sabah hangi duygularla uyanıldığını hayal etmek bile çok zor…
Ya sonrası?
O sultanların karar yorgunluğunu, bölünen uykularını, yolun sonunda kendi kendilerini nasıl yargıladıklarını, neye mahkûm ettiklerini bir düşünsenize…
Onlardan biridir işte Muhibbî.
Kimi kaynaklara göre 12, kimi kaynaklara göre 15 çocuğun babası; Gülfem Hatun’un ve Fülane Hatun’un ve Mahidevran Sultan’ın ve Hürrem Sultan’ın kocası; Yavuz Sultan Selim Han’ın ve Hafza Sultan’ın oğulları Muhibbî…
Muhibbî, Kanuni Sultan Süleyman’dır (Trabzon, 1494 - Zigetvar, 1566).
Muhibbî, bir padişahın mahlasıdır yani, takma adıdır.
O, kıtalar hâkimi bir Sultan olmakla birlikte çok etkileyici şiirler yazmış çok iyi de bir şairdir. Öyle biri ‘Niye, hangi içgüdüyle şiir yazmış olabilir?’ sorusunu buraya kadar azıcık yanıtlamış olduğumuzu düşünerek üzerinde durduğumuz şu düzyazı (nesir) zemininden hemen bir Muhibbî şiirine (nazıma) sıçrayalım. Aruz ölçüsünün Fâilâtün Fâilâtün Fâilâtün Fâilün kalıbına uyularak yazılmış bir şiir. Muhibbî, muhtemelen en ünlü şiirinde diyor ki:
“Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi
★
Saltanat dedikleri ancak cihân gavgasıdur
Olmaya baht ü seâdet dünyada vahdet gibi
★
Ko bu ıyş ü işreti çünkim fenâdur âkıbet
Yâr-i bâkî ister isen olmaya tâat gibi
★
Olsa kumlar sagışınca ömrüne hadd ü aded
Gelmeye bu şîşe-i çerh içre bir saat gibi
★
Ger huzûr itmek dilesen ey muhibbî fârig ol
Olmaya vahdet cihânda kûşe-i uzlet gibi”
★★
Belki daha önceden bir yerlerde karşılaştığınızı -hiç olmazsa beytü’l-gazelini (o çok ünlü ilk beyitini) işittiğinizi- tahmin ettiğim, benimse en başından beri özellikle ikinci beyitine aşık olduğum bu güzel Divan şiirinin günümüz Türkçesine aktarımı, Prof. Dr. M. A. Yekta Saraç’ın Divan Şiirinden Seçmeler adlı kitabında şöyle geçiyor:
“Halk arasında devlet (güç, azamet, iktidar, talih) kadar itibarlı bir başka şey yoktur (öyle sanılır) halbuki dünyada sağlıkla alınan bir tek nefes kadar mutluluk gerekçesi olamaz.
★
Saltanat dedikleri şey, aslında sadece dünya kavgasıdır, (halbuki) cihanda vahdet (birlik, uyum, dayanışma, anlaşılma) gibi başka bir şans ve mutluluk gerekçesi yoktur.
★
Böyle yiyip içmeleri bırak çünkü bu gidişin sonu kötüdür, eğer sonsuz ömürlü bir sevgili istersen ibadet gibisi yoktur.
★
Ömrünün günleri dünyadaki tüm kumların sayısınca olsa da bu felek şişesinde (zaman öyle hızlı geçer ki) onların tümü sana bir saat gibi bile gelmez, bitiverir.
★
Ey Muhibbî, eğer huzur bulmak istiyorsan dünyaya ait her şeyden elini eteğini çek; çünkü şu dünyada kalabalıktan uzak yaşayacağın bir kuytu köşenin vereceği huzurdan daha rahatlatıcı hiçbir şey bulamazsın...”
★★
Muhibbî, ne yazık ki hiçbir zaman dünyanın o huzurlu kuytusunu bulamamış ve orada hayal ettiği gibi inzivaya çekilip dünya işlerine sırt çevirememiş. Bu trajik son bir yana, biz şunu şimdi bir kez daha düşünelim:
Muhibbî, gelmiş geçmiş en büyük hükümdarlardan biri, evet ama o bildiğimizin ötesinde nasıl biridir ve bu şiirle biz torunlarına ne söylemek istemiştir?
Şairin derdini anladınız mı? Düşünün bir, kime-neyi öğütlüyor?
Düşündünüz ama bu pazılın bazı bölümleri hâlâ boş, değil mi?
O halde Muhibbî’yi biraz daha iyi tanımanız için onun Hürrem Sultan’a, katlettirdiği oğlu Şehzade Mustafa’ya ve vaktiyle dostu, sırdaşı, eniştesi olup da rivayet olunur ki sonra katlettirdiği Pargalı İbrahim Paşa’ya seslendiği şiirlerini bulup okumanızı öneririm.
O şiirlerden birinde işte
“Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân
Beni bir gözleri âhûya zebûn etdi felek” diyor…
(Arslanlar bile mahvedici pençem karşısında titrerken, felek beni bir ceylan gözlünün karşısında aciz bıraktı…)
Sözün zarafeti, şiirin derinli, öte yandan gerçeğin katılığı…
İşte buraya kadar değindiklerimden ötürü, sizi bilemem ama ben Muhibbî’yi baştan sona şair gibi yaşayamasa da harbîden iyi şiirler yazmış bir şair olarak görürüm. Bana göre şairliği sultanlığının düzeyine erişemese de Divan’ın birçok şairinden geri kalmaz!