
Ne ‘evet’ sözcüğü her koşul ve şartta iyilik telkin eder bize ne de ‘hayır’ sözcüğünü kullandığımız veya işittiğimiz her anın içinden anlayışsızlık ve fenalık fışkırır.
‘Koşullar’…
Evet; koşullar, gerekçeler, dayanaklar, nedenler, gerçek belirleyicilerdir.
‘Belki’ ya da ‘biraz’ sizi kurtarmıyorsa; ‘evet’ ile ‘hayır’ arasında kesin bir seçim yapmamız gerekiyorsa o an için, sadece o seçime özgü olarak hangi seçeneğin daha doğru olduğunu kesinlikle ‘o anın koşulları’ belirler.
Bu gerçeği çoğunluğun kabul edeceğini biliyor olmakla beraber herhangi bir talep karşısında -hele de talep edenle geçmişe dönük olumlu ilişkilerimiz söz konusuysa- ‘Hayır’ demenin ‘Evet’ demekten görece çok daha zor olduğunu da iyi biliriz.
Peki niye böyledir?
Yarım asra yaklaşan yaşam deneyimim, bu soruya ortalama bir yanıt oluşturmama yeterdi belki; ama ben daha iyi yanıtı Therapiamag’da buldum:
“Hayır” demek kolay değildir zira hayır demenin karşıdaki tarafından iyi ve mutlu şekilde karşılanmayacağını hissederiz. Nörobilim (sinirbilim), bu konudaki hissiyatımızın çok da yanlış olmadığını gösteriyor. Çalışmalar insan beyninin “hayır” yanıtına olumlu bir yanıta oranla daha hızlı, daha yoğun ve daha ısrarcı bir şekilde tepki verdiğini gösteriyor. Kısacası, “hayır”, “evet”e oranla çok daha güçlü bir sinyal.
Florida State Üniversitesi’nden Roy F. Baumeister, olumsuz deneyimlerin aynı şiddet ve nitelikteki olumlu deneyimlere göre duygular üzerinde neden daha fazla etkisi olduğunu “Beyin pozitif uyaranlara keyifli ve hoş şekilde tepki verirken negatif uyaranlara karşı çok şiddetli bir acıyla tepki gösterir.” sözleriyle açıklıyor. Örneğin iş yerindeki performansınıza dair aldığınız geribildirimin olumsuz taraflarının olumlu noktalara kıyasla daha fazla aklınızda kalması yahut bir kişiye dair ilk izleniminiz olumsuzsa bu durumun çok da kolay değişmemesi gibi…
Chicago Üniversitesi’nden John Cacioppo ve arkadaşları serebral korteksin farklı durumlardaki elektrik üretimini ölçmüş ve olumsuz bilginin elektrik aktivitesinde hızlı ve çok büyük miktarda bir artışa neden olduğunu bulgulamış. Çalışma, kırıcı bir söz duymanın bir iltifat duymaya kıyasla çok daha yüklü miktarda ve ani bir elektrik akımı artışına yol açtığını göstermiş. Cacioppo, kötü haber aldığımızda beynin bu denli hızlı ve yoğun şekilde tepki vermesinin evrimsel olarak hayatta kalmayla ilgili olduğunu ve bu yüzden gelişmiş olabileceğini söylüyor.
***
Sevgili dostum yazar-akademisyen Bünyamin Çetinkaya, Ağustos-2012’de Haberci 28’de yayımlanmış ‘Öğretmenlik Ne Zordur!’ başlıklı köşe yazısında herhangi bir öğretmenin gönül rahatlığıyla ‘Hayır!’ yanıtını vereceği bir durum örneklemesi yapıyor:
“Aman hocam beş verirsen şöyle olacak!”, “Sizin yüzünüzden çocuğum taktir alamayacak!!”, “Siz ne vicdansız bir öğretmensiniz, bir not daha verseniz ölür müsünüz!!!”, “Benim çocuğumun diğerlerinden neyi eksik ki!!!” ve daha bir sürü söz, baskı ve rica….
Böyle bir yaklaşıma maruz kalan öğretmenin ki bazı velilerin vakum gibi baskıya alması karşısında dayanamadıklarını, çaresiz kıvranışlar sonrasında “Lanet olsun, istediğini vereyim de kurtulayım!” dediğini de duyuyoruz.”
Çok tanıdık bir diyalog, değil mi?
Ve ‘Hayır!’ demenin sadece psiko-sosyal açıdan gerekli olmadığı, aynı zamanda ‘etik açıdan zorunlu’ da sayılacağı bir durum bu.
Keza; bir başka değerli eğitim bilimleri uzmanı, Hürriyet yazarı sevgili dostum Özgür Bolat, evet-hayır seçimini farklı bir bağlamda, ödül-ceza projeksiyonu içerisinde ele aldığı Temmuz-2015 tarihli makalesinde ‘Ödül ne zaman işe yarar, ne zaman yaramaz?’ diye soruyor. Kendi kendine verdiği yanıt, öğretmenlere ders niteliğinde: “Ödül mekanik işlerde ‘dar odak’ sağladığı için işe yarar ama yaratıcılık gerektiren durumlarda işe yaramaz. Aynı mekanizma öfke ve neşe için de geçerlidir. Öfke dar odak sağladığı için yaratıcılığı öldürür ama neşe geniş odak sağladığı için yaratıcılığı arttırır. Mutlu insanlar onun için daha yaratıcıdır.”
Bu makaleyi okuduktan kısa süre sonra Alanya’da bir çalıştayda buluştuğum Özgür Bolat’a ‘Ödül derken tam olarak neyi kastettiğini’ sormuştum.
Bolat’ın yanıtındaki kritik ayrıntı şuydu: “Bazen, hatta çoğu zaman sadece onaylamak, sorgulamaksızın ‘Evet’ demek bir ödüldür.”
***
Eğer her taleplerine ‘Evet’ diyorsak çocuklarımızı iyiye yöneltiyor olmayabiliriz. Onları bu yolla ilk performanslarından daha iyisini başarmak için yüreklendiriyor olmayabiliriz; aksine zehirliyor, zayıflatıyor olabiliriz.
Bu ayrımı yapabilmek çok önemli!
Yirmi beş yıllık öğretmenlik ve eğitim yöneticiliği yaşamımdan şimdi değindiğim duruma ilişkin herhalde epeyce çarpıcı örnek çıkarabilirim:
O örneklerin her birinde ‘Hayır!’ diyerek -ilk bakışta kalp kırmış gibi olsam da- iyilik etmişimdir öğrencilerime. Onlara, kendilerini aşma ve daha adil düşünme fırsatı sunmuşumdur. Kim bilir kaç kez?
İşte buna ilişkin üç gerçek örnek:
-Öğretmenim, proje teslimi için bana bi’24 saat daha süre tanır mısınız?
-Hayır! Çünkü sana vereceğim bu ek süreyi, projesini zamanında teslim etmiş arkadaşlarına açıklayamam…
-Son yanıtımı yazıyorum hocam, 5 dakika ek zaman verir misin?
-Hayır! Bitiş ziliyle birlikte kağıdını teslim eden -ve gördüm, henüz kalem dokundurmadığı yanıtı olan- arkadaşına haksızlık olur!
-82, takdir belgesi almama yetmiyor hocam. Notumu 85 yapar mısınız?
-Hayır! O zaman tüm sınıf arkadaşlarına 3’er puan eklemem gerekir!
İnsanı nasıl üzen, nasıl zorlayan ve eğitimin gerçek hayatla buluşturulması açısından ne kadar kritik anlardır, ne kadar özel durumlardır bunlar; bilemezsiniz!
Öğretmenler bilir…
***
Okuyucularımın tümü öğretmen değil.
Okul duvarlarının dışından bakınca durum nasıl gözüküyor öyleyse?
Belki bütün o ‘Hayır’ları ‘taş kalplilik’ olarak görüyorsunuz, belki öğrenciyken benim de bu tür ‘merhamet beklentileri’ içine mutlaka girmişliğim olduğunu düşünyorsunuzdur.
Ve yani ‘hayır demek’, merhametsizlik (Öyle mi?)
Sorun da bu ya zaten!
Değindiğim durum, merhametten ziyade adalet ile ilgili bir durum.
“Evet, tamam; sana 10 dakika daha ek süre veriyorum. Otur, yanıtlarını tamamla, sınavdan öyle çık” demiş olsaydım…
‘Peki, sen herkesten fazla bir gün daha fazla aban projene, onu güzelleştir’ diye sadece bir öğrencime ayrıcalık tanısaydım…
‘Ne demek, sen taktir alamayacaksan benim öğretmenliğim neye yarar!’ deyip 3 not yükseltseydim öğrencimin notunu; ama diğerlerine dokunmadan…
İşte o zaman merhametli ama adaletsiz biri olacaktım.
Sizce hangisi önce gelir?
Merhamet mi, adalet mi?
Peki, ikisi bir arada nasıl sürdürülür?
Tanrı, hiçbirimizi böyle bir ikilemle yüzleştirmesin.
Ama oluyor işte…
Hep de olacak…
Hukukçular, kolluk kuvvetleri, vergi memurları, doktorlar…
Daha kimler kimler…
Ve fakat bence en çok, herkesten çok öğretmenler…
Merhamet ile adalet arasında kaldıkları her an, öğretmenlerimizin o korkunç duygu türbülansından çıkmak için ‘bilime’ yönelmelerini öneririm.
Sevgili dostlarım Bünyamin Çetinkaya ile Özgür Bolat’ın her fırsatta altını çizdikleri şeyi anımsıyorum ve şimdi bu vesileyle hayatlarının her gününü -tatiller dahil- eğitimle iç içe geçiren kimselere; öğretmenlere, öğretmen yetiştirenlere, eğitim yöneticilerine, konuyla ilgili bürokratlara; insanın 200 bin yıllık serüveninden sızan o damıtık bilgiyi anımsatıyorum:
Bilgiyi, bilimi rehber edinin.
Onu politik görüşlere alet etmeyin; özgür bırakın.
Önyargılardan ve etik olmayan tutumlardan arının.
Ve olabildiğiniz kadar adil olun. ‘Evet’ demek daima -ama hep kısa vadede- pirim yapar; boşverin, siz gereğinde ‘Hayır!’ da deyin!
Ne pahasına olursa olsun…
Göreceksiniz, sizden merhamet dileyenlerin sayısı azalacak; bununla ters orantılı olarak sizden daha fazla bilgi isteyenlerin ve önce çalışkanlaşıp sonra uygarlaşanların sayısı kısa sürede artacak.
‘Koşullar’…
Evet; koşullar, gerekçeler, dayanaklar, nedenler, gerçek belirleyicilerdir.
‘Belki’ ya da ‘biraz’ sizi kurtarmıyorsa; ‘evet’ ile ‘hayır’ arasında kesin bir seçim yapmamız gerekiyorsa o an için, sadece o seçime özgü olarak hangi seçeneğin daha doğru olduğunu kesinlikle ‘o anın koşulları’ belirler.
Bu gerçeği çoğunluğun kabul edeceğini biliyor olmakla beraber herhangi bir talep karşısında -hele de talep edenle geçmişe dönük olumlu ilişkilerimiz söz konusuysa- ‘Hayır’ demenin ‘Evet’ demekten görece çok daha zor olduğunu da iyi biliriz.
Peki niye böyledir?
Yarım asra yaklaşan yaşam deneyimim, bu soruya ortalama bir yanıt oluşturmama yeterdi belki; ama ben daha iyi yanıtı Therapiamag’da buldum:
“Hayır” demek kolay değildir zira hayır demenin karşıdaki tarafından iyi ve mutlu şekilde karşılanmayacağını hissederiz. Nörobilim (sinirbilim), bu konudaki hissiyatımızın çok da yanlış olmadığını gösteriyor. Çalışmalar insan beyninin “hayır” yanıtına olumlu bir yanıta oranla daha hızlı, daha yoğun ve daha ısrarcı bir şekilde tepki verdiğini gösteriyor. Kısacası, “hayır”, “evet”e oranla çok daha güçlü bir sinyal.
Florida State Üniversitesi’nden Roy F. Baumeister, olumsuz deneyimlerin aynı şiddet ve nitelikteki olumlu deneyimlere göre duygular üzerinde neden daha fazla etkisi olduğunu “Beyin pozitif uyaranlara keyifli ve hoş şekilde tepki verirken negatif uyaranlara karşı çok şiddetli bir acıyla tepki gösterir.” sözleriyle açıklıyor. Örneğin iş yerindeki performansınıza dair aldığınız geribildirimin olumsuz taraflarının olumlu noktalara kıyasla daha fazla aklınızda kalması yahut bir kişiye dair ilk izleniminiz olumsuzsa bu durumun çok da kolay değişmemesi gibi…
Chicago Üniversitesi’nden John Cacioppo ve arkadaşları serebral korteksin farklı durumlardaki elektrik üretimini ölçmüş ve olumsuz bilginin elektrik aktivitesinde hızlı ve çok büyük miktarda bir artışa neden olduğunu bulgulamış. Çalışma, kırıcı bir söz duymanın bir iltifat duymaya kıyasla çok daha yüklü miktarda ve ani bir elektrik akımı artışına yol açtığını göstermiş. Cacioppo, kötü haber aldığımızda beynin bu denli hızlı ve yoğun şekilde tepki vermesinin evrimsel olarak hayatta kalmayla ilgili olduğunu ve bu yüzden gelişmiş olabileceğini söylüyor.
***
Sevgili dostum yazar-akademisyen Bünyamin Çetinkaya, Ağustos-2012’de Haberci 28’de yayımlanmış ‘Öğretmenlik Ne Zordur!’ başlıklı köşe yazısında herhangi bir öğretmenin gönül rahatlığıyla ‘Hayır!’ yanıtını vereceği bir durum örneklemesi yapıyor:
“Aman hocam beş verirsen şöyle olacak!”, “Sizin yüzünüzden çocuğum taktir alamayacak!!”, “Siz ne vicdansız bir öğretmensiniz, bir not daha verseniz ölür müsünüz!!!”, “Benim çocuğumun diğerlerinden neyi eksik ki!!!” ve daha bir sürü söz, baskı ve rica….
Böyle bir yaklaşıma maruz kalan öğretmenin ki bazı velilerin vakum gibi baskıya alması karşısında dayanamadıklarını, çaresiz kıvranışlar sonrasında “Lanet olsun, istediğini vereyim de kurtulayım!” dediğini de duyuyoruz.”
Çok tanıdık bir diyalog, değil mi?
Ve ‘Hayır!’ demenin sadece psiko-sosyal açıdan gerekli olmadığı, aynı zamanda ‘etik açıdan zorunlu’ da sayılacağı bir durum bu.
Keza; bir başka değerli eğitim bilimleri uzmanı, Hürriyet yazarı sevgili dostum Özgür Bolat, evet-hayır seçimini farklı bir bağlamda, ödül-ceza projeksiyonu içerisinde ele aldığı Temmuz-2015 tarihli makalesinde ‘Ödül ne zaman işe yarar, ne zaman yaramaz?’ diye soruyor. Kendi kendine verdiği yanıt, öğretmenlere ders niteliğinde: “Ödül mekanik işlerde ‘dar odak’ sağladığı için işe yarar ama yaratıcılık gerektiren durumlarda işe yaramaz. Aynı mekanizma öfke ve neşe için de geçerlidir. Öfke dar odak sağladığı için yaratıcılığı öldürür ama neşe geniş odak sağladığı için yaratıcılığı arttırır. Mutlu insanlar onun için daha yaratıcıdır.”
Bu makaleyi okuduktan kısa süre sonra Alanya’da bir çalıştayda buluştuğum Özgür Bolat’a ‘Ödül derken tam olarak neyi kastettiğini’ sormuştum.
Bolat’ın yanıtındaki kritik ayrıntı şuydu: “Bazen, hatta çoğu zaman sadece onaylamak, sorgulamaksızın ‘Evet’ demek bir ödüldür.”
***
Eğer her taleplerine ‘Evet’ diyorsak çocuklarımızı iyiye yöneltiyor olmayabiliriz. Onları bu yolla ilk performanslarından daha iyisini başarmak için yüreklendiriyor olmayabiliriz; aksine zehirliyor, zayıflatıyor olabiliriz.
Bu ayrımı yapabilmek çok önemli!
Yirmi beş yıllık öğretmenlik ve eğitim yöneticiliği yaşamımdan şimdi değindiğim duruma ilişkin herhalde epeyce çarpıcı örnek çıkarabilirim:
O örneklerin her birinde ‘Hayır!’ diyerek -ilk bakışta kalp kırmış gibi olsam da- iyilik etmişimdir öğrencilerime. Onlara, kendilerini aşma ve daha adil düşünme fırsatı sunmuşumdur. Kim bilir kaç kez?
İşte buna ilişkin üç gerçek örnek:
-Öğretmenim, proje teslimi için bana bi’24 saat daha süre tanır mısınız?
-Hayır! Çünkü sana vereceğim bu ek süreyi, projesini zamanında teslim etmiş arkadaşlarına açıklayamam…
-Son yanıtımı yazıyorum hocam, 5 dakika ek zaman verir misin?
-Hayır! Bitiş ziliyle birlikte kağıdını teslim eden -ve gördüm, henüz kalem dokundurmadığı yanıtı olan- arkadaşına haksızlık olur!
-82, takdir belgesi almama yetmiyor hocam. Notumu 85 yapar mısınız?
-Hayır! O zaman tüm sınıf arkadaşlarına 3’er puan eklemem gerekir!
İnsanı nasıl üzen, nasıl zorlayan ve eğitimin gerçek hayatla buluşturulması açısından ne kadar kritik anlardır, ne kadar özel durumlardır bunlar; bilemezsiniz!
Öğretmenler bilir…
***
Okuyucularımın tümü öğretmen değil.
Okul duvarlarının dışından bakınca durum nasıl gözüküyor öyleyse?
Belki bütün o ‘Hayır’ları ‘taş kalplilik’ olarak görüyorsunuz, belki öğrenciyken benim de bu tür ‘merhamet beklentileri’ içine mutlaka girmişliğim olduğunu düşünyorsunuzdur.
Ve yani ‘hayır demek’, merhametsizlik (Öyle mi?)
Sorun da bu ya zaten!
Değindiğim durum, merhametten ziyade adalet ile ilgili bir durum.
“Evet, tamam; sana 10 dakika daha ek süre veriyorum. Otur, yanıtlarını tamamla, sınavdan öyle çık” demiş olsaydım…
‘Peki, sen herkesten fazla bir gün daha fazla aban projene, onu güzelleştir’ diye sadece bir öğrencime ayrıcalık tanısaydım…
‘Ne demek, sen taktir alamayacaksan benim öğretmenliğim neye yarar!’ deyip 3 not yükseltseydim öğrencimin notunu; ama diğerlerine dokunmadan…
İşte o zaman merhametli ama adaletsiz biri olacaktım.
Sizce hangisi önce gelir?
Merhamet mi, adalet mi?
Peki, ikisi bir arada nasıl sürdürülür?
Tanrı, hiçbirimizi böyle bir ikilemle yüzleştirmesin.
Ama oluyor işte…
Hep de olacak…
Hukukçular, kolluk kuvvetleri, vergi memurları, doktorlar…
Daha kimler kimler…
Ve fakat bence en çok, herkesten çok öğretmenler…
Merhamet ile adalet arasında kaldıkları her an, öğretmenlerimizin o korkunç duygu türbülansından çıkmak için ‘bilime’ yönelmelerini öneririm.
Sevgili dostlarım Bünyamin Çetinkaya ile Özgür Bolat’ın her fırsatta altını çizdikleri şeyi anımsıyorum ve şimdi bu vesileyle hayatlarının her gününü -tatiller dahil- eğitimle iç içe geçiren kimselere; öğretmenlere, öğretmen yetiştirenlere, eğitim yöneticilerine, konuyla ilgili bürokratlara; insanın 200 bin yıllık serüveninden sızan o damıtık bilgiyi anımsatıyorum:
Bilgiyi, bilimi rehber edinin.
Onu politik görüşlere alet etmeyin; özgür bırakın.
Önyargılardan ve etik olmayan tutumlardan arının.
Ve olabildiğiniz kadar adil olun. ‘Evet’ demek daima -ama hep kısa vadede- pirim yapar; boşverin, siz gereğinde ‘Hayır!’ da deyin!
Ne pahasına olursa olsun…
Göreceksiniz, sizden merhamet dileyenlerin sayısı azalacak; bununla ters orantılı olarak sizden daha fazla bilgi isteyenlerin ve önce çalışkanlaşıp sonra uygarlaşanların sayısı kısa sürede artacak.