
Dün karne günüydü…
Dünü bugüne bağlayan gece boyunca evlerde ne muhabbetler döndü Allah bilir!
Biz de azıcık biliyoruz aslında; ne zaman karne verilse ya da okullar ne zaman yeni eğitim-öğretim yılı için kapılarını aralasa herkes bir anda ‘eğitim konusuna’ dikkat kesilir. O güne dek kıyısından geçilmemiş hususlarda derin yorumlar, analizler, hesaplaşmalar; sonra vaadler, çağ atlamalar…
Gırla gider…
Sağınız solunuz konuya duyarlı insanlarla, uzmanlarla doluverir.
Bu etki ülkemizde genellikle 24 saat sürse de hayatını eğitime adamış insanlar için okulun, eğitim dünyasının, eğitim hattındaki sorunların ve mücadele edilecek kısır döngülerin, meydan okunacak kara deliklerin ikinci plana düşmesi gibi bir şey söz konusu değildir; onlar -hayatını eğitime adamışlar- 365 gün 24 saat kesintisiz araştırırlar, düşünürler, analiz ederler, verileri biriktirirler, istatistik oluştururlar, rasyonel çıkış yolları tasarlarlar…
Bana göre ‘eğitim’ denince hâlâ umutla konuşabilmemizi onlara borçluyuz.
Bir de okulların içini gerçek, heyecan verici, duygu yüklü hikâyelerle dolduranlara borçluyuz elbette…
Fedakâr öğretmenlere ve saf sevgiyle yüklü öğrencilere…
Özeleştiri yapabilen, çözüm odaklı düşünebilen velilere…
***
Sosyal medyada bir ilkokul öğretmeni paylaşmıştı bu kısa notu. Yanına ışıl ışıl, rengarenk çizilmiş ama yüzü boş bırakılmış bir çöp kız resmi ekleyerek.
Notu yazıp yanına fotoğrafı iliştiren öğretmen, okulda başından geçen bir şeyden bahsediyordu:
“Bugün bir öğrencim beni yanına çağırdı, gittim. Yaptığı resmi gösterip
-Bakın, sizi çizdim
dedi.
-Niye yüzünü çizmedin?
diye sordum. Biraz mahcup oldu, usulca fısıldadı:
-Yüzünüz o kadar güzel ki çirkin çizerim diye korktum…’
Eğilip saçlarını öptüm ve şimdiye kadar bana yapılmış bütün iltifatları çöpe attım…”
Buna ‘çocuğun öğretmene duygu dolu bakışı’ diyelim mi?
Okul, içine her gün onlarca, yüzlerce yeni hikâyenin eklendiği ve içindeki hikâyelerden hangisinin en güzel ya da en dokunaklı hikâye olduğunun üzerinden zaman geçmeden öyle kolay kolay kestirilemeyeceği bir kitaptır. Benim ‘Eğitimde İyi Örnekler’ sayfasından alıntıladığım bu kısa hikâye de o kitabı oluşturanlardan biri…
***
Bir başka sosyal medya kaynağından başka bir hikâye:
“İstanbul’da yüz yıllık bir lisenin spor salonu… Bir mayıs gecesi…
O yıl mezun olacak ve bir iki hafta sonra üniversite sınavına girecek öğrenciler için diploma töreni yapılıyor. Bilirsiniz işte; adı anons edilen öğrenci sahneye bir taraftan, ailesi diğer taraftan çıkıyor. Babaanneler, anneanneler, dedeler, kuzenler doluşuyor sahneye; kare kare fotoğraflar çekiliyor…
Ancak dönem üçüncüsü derecesiyle mezun olan öğrenci anons edildiğinde bütün veliler dikkat kesiliyor.
Çünkü o yıl tarihi liseyi üçüncülükle bitiren A.Y. annesini ve babasını küçük yaşta kaybetmiş, ailesinin kalanı kendisini istemediği için devlet himayesinde büyümüş bir gençtir…
Adı anons ediliyor:
A.Y… (önce cılız alkışlar…)
Ve saniyeler sonra, onunla birlikte okulun bütün yöneticileri, bütün öğretmenler, memurlar, hizmetliler sahneye çıkıyor…
Buraya kadarı A.Y’nin okulunun hazırladığı bir sürprizdir; ama sonra daha da güzeli oluyor.
O dönem mezun olan bütün arkadaşları da sahneye koşuyor, veliler bu tabloyu dakikalarca ayakta alkışlıyor…”
Buna da ‘okulun çocuğa duygu dolu bakışı’ diyelim…
Geçtiğimiz sonbahar Tıp Fakültesi beşinci sınıfına başlayan ve öğrenim masrafları bitirdiği lisenin vakfı tarafından karşılanan A.Y’ye şimdi sormak lazım:
Okul nedir?
İnsana neler verir?
Verdiklerinin en önemlisi nedir?..
Eminim A.Y’nin vereceği yanıtla oluşacak okul tanımı, en az teorik kaynakların sıraladığı tanımlar kadar değerli, belki de onlardan daha gerçekçi olurdu…
Tabii bulmak, sormak, öyle bir yanıt almak bir ‘ihtimal’.
Kesin olan şeyse şu:
Yüzü olmayan öğretmeni çizen ilkokul çocuğunun hikâyesi de liseyi dereceyle bitiren ve belki en kalabalık aileye sahip olan gencin hikâyesi de yazımı insanlar yaşadıkça sürecek o kitabı dolduran sayısız ve unutulmaz hikâyeler içinde çoktan yerlerini aldılar.
Dünü bugüne bağlayan gece boyunca evlerde ne muhabbetler döndü Allah bilir!
Biz de azıcık biliyoruz aslında; ne zaman karne verilse ya da okullar ne zaman yeni eğitim-öğretim yılı için kapılarını aralasa herkes bir anda ‘eğitim konusuna’ dikkat kesilir. O güne dek kıyısından geçilmemiş hususlarda derin yorumlar, analizler, hesaplaşmalar; sonra vaadler, çağ atlamalar…
Gırla gider…
Sağınız solunuz konuya duyarlı insanlarla, uzmanlarla doluverir.
Bu etki ülkemizde genellikle 24 saat sürse de hayatını eğitime adamış insanlar için okulun, eğitim dünyasının, eğitim hattındaki sorunların ve mücadele edilecek kısır döngülerin, meydan okunacak kara deliklerin ikinci plana düşmesi gibi bir şey söz konusu değildir; onlar -hayatını eğitime adamışlar- 365 gün 24 saat kesintisiz araştırırlar, düşünürler, analiz ederler, verileri biriktirirler, istatistik oluştururlar, rasyonel çıkış yolları tasarlarlar…
Bana göre ‘eğitim’ denince hâlâ umutla konuşabilmemizi onlara borçluyuz.
Bir de okulların içini gerçek, heyecan verici, duygu yüklü hikâyelerle dolduranlara borçluyuz elbette…
Fedakâr öğretmenlere ve saf sevgiyle yüklü öğrencilere…
Özeleştiri yapabilen, çözüm odaklı düşünebilen velilere…
***
Sosyal medyada bir ilkokul öğretmeni paylaşmıştı bu kısa notu. Yanına ışıl ışıl, rengarenk çizilmiş ama yüzü boş bırakılmış bir çöp kız resmi ekleyerek.
Notu yazıp yanına fotoğrafı iliştiren öğretmen, okulda başından geçen bir şeyden bahsediyordu:
“Bugün bir öğrencim beni yanına çağırdı, gittim. Yaptığı resmi gösterip
-Bakın, sizi çizdim
dedi.
-Niye yüzünü çizmedin?
diye sordum. Biraz mahcup oldu, usulca fısıldadı:
-Yüzünüz o kadar güzel ki çirkin çizerim diye korktum…’
Eğilip saçlarını öptüm ve şimdiye kadar bana yapılmış bütün iltifatları çöpe attım…”
Buna ‘çocuğun öğretmene duygu dolu bakışı’ diyelim mi?
Okul, içine her gün onlarca, yüzlerce yeni hikâyenin eklendiği ve içindeki hikâyelerden hangisinin en güzel ya da en dokunaklı hikâye olduğunun üzerinden zaman geçmeden öyle kolay kolay kestirilemeyeceği bir kitaptır. Benim ‘Eğitimde İyi Örnekler’ sayfasından alıntıladığım bu kısa hikâye de o kitabı oluşturanlardan biri…
***
Bir başka sosyal medya kaynağından başka bir hikâye:
“İstanbul’da yüz yıllık bir lisenin spor salonu… Bir mayıs gecesi…
O yıl mezun olacak ve bir iki hafta sonra üniversite sınavına girecek öğrenciler için diploma töreni yapılıyor. Bilirsiniz işte; adı anons edilen öğrenci sahneye bir taraftan, ailesi diğer taraftan çıkıyor. Babaanneler, anneanneler, dedeler, kuzenler doluşuyor sahneye; kare kare fotoğraflar çekiliyor…
Ancak dönem üçüncüsü derecesiyle mezun olan öğrenci anons edildiğinde bütün veliler dikkat kesiliyor.
Çünkü o yıl tarihi liseyi üçüncülükle bitiren A.Y. annesini ve babasını küçük yaşta kaybetmiş, ailesinin kalanı kendisini istemediği için devlet himayesinde büyümüş bir gençtir…
Adı anons ediliyor:
A.Y… (önce cılız alkışlar…)
Ve saniyeler sonra, onunla birlikte okulun bütün yöneticileri, bütün öğretmenler, memurlar, hizmetliler sahneye çıkıyor…
Buraya kadarı A.Y’nin okulunun hazırladığı bir sürprizdir; ama sonra daha da güzeli oluyor.
O dönem mezun olan bütün arkadaşları da sahneye koşuyor, veliler bu tabloyu dakikalarca ayakta alkışlıyor…”
Buna da ‘okulun çocuğa duygu dolu bakışı’ diyelim…
Geçtiğimiz sonbahar Tıp Fakültesi beşinci sınıfına başlayan ve öğrenim masrafları bitirdiği lisenin vakfı tarafından karşılanan A.Y’ye şimdi sormak lazım:
Okul nedir?
İnsana neler verir?
Verdiklerinin en önemlisi nedir?..
Eminim A.Y’nin vereceği yanıtla oluşacak okul tanımı, en az teorik kaynakların sıraladığı tanımlar kadar değerli, belki de onlardan daha gerçekçi olurdu…
Tabii bulmak, sormak, öyle bir yanıt almak bir ‘ihtimal’.
Kesin olan şeyse şu:
Yüzü olmayan öğretmeni çizen ilkokul çocuğunun hikâyesi de liseyi dereceyle bitiren ve belki en kalabalık aileye sahip olan gencin hikâyesi de yazımı insanlar yaşadıkça sürecek o kitabı dolduran sayısız ve unutulmaz hikâyeler içinde çoktan yerlerini aldılar.