
Okullar değil, okulların içinde gerçekleşen hikâyeler dikkate değer…
Kast ettiğim türden bir hikâyeyi, bizzat yaşayan öğretmen aktarıyor:
“İki kız çocuğu, öğle yemeği arasında bir başka kız çocuğunu almışlar okul bahçesindeki kuytu bir köşeye götürmüşler. Ben de nöbet yerimde dolaşırken bunu tesadüfen görüyorum. Kızlar dört tane A4 kağıdını bantlayıp toprağa sermişler. Basit bir sofra örtüsü bu. Üç kız, örtünün etrafına oturmuş. Yanlarına gittim…
Beni görünce önce korktular. Baktım ortada beş dilim ekmek, birazcık kaşar peyniri, iki şişe de su...
‘Hayırdır kızlar’ dedim.
‘Yemek yiyoruz öğretmenim’ dediler.
‘Afiyet olsun, devam edin’ dedim.
Sonra gizlice bir köşeden onları izledim. İki kız yer gibi yapıyor, diğer kıza bırakıyordu ekmeği, peyniri, suyu...
Yemek yiyenin saçını okşadı biri.
Biri de espri yapıp güldürdü onu…
Zil çalınca tam köşede birinin kolunu tuttum. Anlat bakalım dedim. Meğer içlerindeki suskun kızın babası iki üç gün önce vefat etmiş. Bugün de annesi bir şey koyamamış çantasına. Demek ki ya 3-4 lirada bulamamış ya da unutmuş; ama arkadaşları onu unutmamış…
‘Allah ne verdi ise…’ demişler, hep beraber yemişler.
‘Peki neden sınıfta değil de dışarıda, tenha bir köşede yediniz?’ diye sordum.
Ufacık kız çocuğu ’Arkadaşımızı utandırmak istemedik öğretmenim’ deyince içim acıdı ve saçını okşadım sevgiyle, ‘Hadi kızım, sen sınıfına git bir an önce’ dedim.
Müdürden hem babasını kaybeden kızın ev adresini hem de birkaç saat izin aldım. Dersim yoktu zaten, nöbet için yerime bir arkadaşımı bıraktım. Arabama atladım, ilk gördüğüm markette soluğu aldım. Sonrası bende kalsın…
Düşünsenize, daha 8 yaşında bu çocuklar. Ağlıyorum bu satırları yazarken şu an. Utandım el kadar çocukların hikâyesinden. Kim verdiyse muhteşem bir eğitim vermiş bu çocuklara…
Okulda öğrendikleri her şeyi unuttukları zaman bile bu öz bilgi hep akıllarında kalacak. Böyle bir şeyi unutmaları imkânsız…“
Öğretmen Murat Yüce anlatıyor başından geçen bu gerçek hikâyeyi.
Koskocaman bir yüreği var sevgili Murat öğretmenin.
En az öğrencilerininki kadar kocaman ve merhamet dolu bir yürek…
***
Okul duvarları arasında geçmiş bir başka gerçek hikâyeyi, olayı bizzat yaşayan öğrenci anlatıyor:
“Küçücük çocuklardık o yaşta…
Sınıfımızdaki bir arkadaşımıza babası çok güzel bir saat almıştı. Herkes öyle bir şeye sahip olmak isterdi ama biz yoksul mahallesinin çocuklarıydık, hepimizin öyle bir imkânı yoktu. Sonra ben, çocukluk işte, hiçbir zaman sahip olamayacağımı düşündüğüm o saati çalmaya karar verdim. Beden Eğitimi dersinde arkadaşım futbol oynarken çantasından saatini çaldım…
Maç biter bitmez çocuk, saatinin çalındığının farkına vardı tabii ve ağlamaya başladı. Sıradaki dersin öğretmeni sınıfa girdiğinde arkadaşımıza neden ağladığını sordu. Durumu öğrenince de ‘Biri sana şaka yapıyordur, hadi çocuklar bu şakayı kim yaptıysa bitirsin artık…’ dedi. Bir an tereddüt ettim, öğretmenim olayı yumuşatmıştı ama yine de utancımdan saati cebimden çıkarıp veremedim…
Sonuç elde edemeyen öğretmenimiz bu kez de ‘Hadi bakalım herkes ayağa kalksın, tahtanın önüne gelsin ve gözlerini kapasın!’ dedi.
Sonra gözleri kapalı öğrencileri tek tek aradı. Saati cebimden aldı…
Sonrakileri de aradı ve ‘Şimdi gözlerinizi açın!’ dedi. Sonra saati ağlayan çocuğun koluna taktı.
Yıllar sonra o öğretmenim emekli ve yaşlı biri olarak benim eczaneme geldi. Kalfam reçetesini hazırlarken kendisini masama oturtup çay ikram ettim ve sordum: ‘O gün, saati benim cebimde bulduğunuz halde neden yüzüme hiç bakmadınız, niye bana kızmadınız?’
Öğretmenimin cevabı eğitim fakültelerinde ders olarak işlenebilecek bir öğretmen niteliğini ortaya koydu: Siz yoksuldunuz ama kötü çocuklar değildiniz. Onun için arama yaparken ben de sizin gibi gözlerimi kapatmıştım…”
Bu hikâyeyi aktardığı için de öğretmen dostum Gülşen Demirezen’e teşekkür ediyorum.
***
Başlıkta iddia ettiğim gibi; okullara -onların konforuna, peysajına, lojistik durumlarına vs.- değil de okulların içinde cereyan edenlere, orada içten içe oluşan, biriken, kültürü oluşturan çarpıcı hikâyelere ve varsa -ki çoktur- ‘mucizelere’ bakmak lazım.
Bir okulu unutulmaz yapan, işte öyle şeylerdir.
Okulda öğrenilenler zamanla unutulur, onlar hep anımsanır…
Ama öyle şeylerle karşılaşabilmemiz için okulların içini eşya, test, bilgisayar, akıllı tahta vesaire vesaireden önce büyük, duyarlı, fedakâr ve adanmış öğretmen yürekleriyle doldurmamız gerekiyor.
Bunu söylerken Türk Eğitim Derneği Genel Müdürü Sevinç Atabay’ın ekim ayı başında Gaziantep’te 40 TED Kolejinin yöneticilerine seslenirken söylediği o muhteşem söz kulaklarımda çınlıyor:
‘Bir okulun içindeki kalpler ve zihinler değişmezse siz o okula her gün biz uzman getirip konuştursanız da bir şeyi değiştiremezsiniz. Önce yöneticilerin ve öğretmenlerin kalplere ve beyinlere dokunabilmesi gerekir…’
Lütfen dikkat edin, bunu ülkemizdeki en ileri eğitim teknolojilerini kullanan ama kullanabildiği teknolojiden ziyade 91 yılda ilmek ilmek ördüğü ve gelenekselleştirdiği eğitim kültürüyle ve öncü yaklaşımlarıyla öne çıkan bir kurumun zirvesindeki eğitim lideri söylüyor.
Öyleyse hiç kuşkunuz olmasın, olağanüstü güzel hikâyelerle özelleşen okullar var.
Öyleyse yarınlar için daima umut var; karamsar olmayalım!
***
Ve Erzurum için bir dilek notuyla bitirelim:
İki paragraf önce Sayın Genel Müdüründen bir alıntı yaparak adını andığım köklü eğitim kurumu, daha doğrusu kurumun beyan ettiği biçimiyle ‘Türkiye’nin en köklü ve en yüksek katılımlı sivil toplum kuruluşu olan Türk Eğitim Derneği (TED), bu yıl ‘91’inci yıl’ onurunu yaşıyor ve Türkiye’mizin bugün için 40 farklı noktasındaki kolejleriyle ülke çocuklarını geleceğin ufuk çizgisine taşıyor.
TED’in şimdilerde okul öncesinden lise sona, K12 düzeyinde ‘Yapay Zekâ’ ve ‘Eğitimin Geleceği’ temaları üzerinde duruyor olması bile kurumun vizyonu hakkında fikir edinmemize yetiyor.
Bize de bu gazetenin -Pusula’nın- basıldığı kentin, Erzurum’umuzun, en kısa zamanda TED Koleji’ne kavuşmasını dilemek düşüyor…
Kast ettiğim türden bir hikâyeyi, bizzat yaşayan öğretmen aktarıyor:
“İki kız çocuğu, öğle yemeği arasında bir başka kız çocuğunu almışlar okul bahçesindeki kuytu bir köşeye götürmüşler. Ben de nöbet yerimde dolaşırken bunu tesadüfen görüyorum. Kızlar dört tane A4 kağıdını bantlayıp toprağa sermişler. Basit bir sofra örtüsü bu. Üç kız, örtünün etrafına oturmuş. Yanlarına gittim…
Beni görünce önce korktular. Baktım ortada beş dilim ekmek, birazcık kaşar peyniri, iki şişe de su...
‘Hayırdır kızlar’ dedim.
‘Yemek yiyoruz öğretmenim’ dediler.
‘Afiyet olsun, devam edin’ dedim.
Sonra gizlice bir köşeden onları izledim. İki kız yer gibi yapıyor, diğer kıza bırakıyordu ekmeği, peyniri, suyu...
Yemek yiyenin saçını okşadı biri.
Biri de espri yapıp güldürdü onu…
Zil çalınca tam köşede birinin kolunu tuttum. Anlat bakalım dedim. Meğer içlerindeki suskun kızın babası iki üç gün önce vefat etmiş. Bugün de annesi bir şey koyamamış çantasına. Demek ki ya 3-4 lirada bulamamış ya da unutmuş; ama arkadaşları onu unutmamış…
‘Allah ne verdi ise…’ demişler, hep beraber yemişler.
‘Peki neden sınıfta değil de dışarıda, tenha bir köşede yediniz?’ diye sordum.
Ufacık kız çocuğu ’Arkadaşımızı utandırmak istemedik öğretmenim’ deyince içim acıdı ve saçını okşadım sevgiyle, ‘Hadi kızım, sen sınıfına git bir an önce’ dedim.
Müdürden hem babasını kaybeden kızın ev adresini hem de birkaç saat izin aldım. Dersim yoktu zaten, nöbet için yerime bir arkadaşımı bıraktım. Arabama atladım, ilk gördüğüm markette soluğu aldım. Sonrası bende kalsın…
Düşünsenize, daha 8 yaşında bu çocuklar. Ağlıyorum bu satırları yazarken şu an. Utandım el kadar çocukların hikâyesinden. Kim verdiyse muhteşem bir eğitim vermiş bu çocuklara…
Okulda öğrendikleri her şeyi unuttukları zaman bile bu öz bilgi hep akıllarında kalacak. Böyle bir şeyi unutmaları imkânsız…“
Öğretmen Murat Yüce anlatıyor başından geçen bu gerçek hikâyeyi.
Koskocaman bir yüreği var sevgili Murat öğretmenin.
En az öğrencilerininki kadar kocaman ve merhamet dolu bir yürek…
***
Okul duvarları arasında geçmiş bir başka gerçek hikâyeyi, olayı bizzat yaşayan öğrenci anlatıyor:
“Küçücük çocuklardık o yaşta…
Sınıfımızdaki bir arkadaşımıza babası çok güzel bir saat almıştı. Herkes öyle bir şeye sahip olmak isterdi ama biz yoksul mahallesinin çocuklarıydık, hepimizin öyle bir imkânı yoktu. Sonra ben, çocukluk işte, hiçbir zaman sahip olamayacağımı düşündüğüm o saati çalmaya karar verdim. Beden Eğitimi dersinde arkadaşım futbol oynarken çantasından saatini çaldım…
Maç biter bitmez çocuk, saatinin çalındığının farkına vardı tabii ve ağlamaya başladı. Sıradaki dersin öğretmeni sınıfa girdiğinde arkadaşımıza neden ağladığını sordu. Durumu öğrenince de ‘Biri sana şaka yapıyordur, hadi çocuklar bu şakayı kim yaptıysa bitirsin artık…’ dedi. Bir an tereddüt ettim, öğretmenim olayı yumuşatmıştı ama yine de utancımdan saati cebimden çıkarıp veremedim…
Sonuç elde edemeyen öğretmenimiz bu kez de ‘Hadi bakalım herkes ayağa kalksın, tahtanın önüne gelsin ve gözlerini kapasın!’ dedi.
Sonra gözleri kapalı öğrencileri tek tek aradı. Saati cebimden aldı…
Sonrakileri de aradı ve ‘Şimdi gözlerinizi açın!’ dedi. Sonra saati ağlayan çocuğun koluna taktı.
Yıllar sonra o öğretmenim emekli ve yaşlı biri olarak benim eczaneme geldi. Kalfam reçetesini hazırlarken kendisini masama oturtup çay ikram ettim ve sordum: ‘O gün, saati benim cebimde bulduğunuz halde neden yüzüme hiç bakmadınız, niye bana kızmadınız?’
Öğretmenimin cevabı eğitim fakültelerinde ders olarak işlenebilecek bir öğretmen niteliğini ortaya koydu: Siz yoksuldunuz ama kötü çocuklar değildiniz. Onun için arama yaparken ben de sizin gibi gözlerimi kapatmıştım…”
Bu hikâyeyi aktardığı için de öğretmen dostum Gülşen Demirezen’e teşekkür ediyorum.
***
Başlıkta iddia ettiğim gibi; okullara -onların konforuna, peysajına, lojistik durumlarına vs.- değil de okulların içinde cereyan edenlere, orada içten içe oluşan, biriken, kültürü oluşturan çarpıcı hikâyelere ve varsa -ki çoktur- ‘mucizelere’ bakmak lazım.
Bir okulu unutulmaz yapan, işte öyle şeylerdir.
Okulda öğrenilenler zamanla unutulur, onlar hep anımsanır…
Ama öyle şeylerle karşılaşabilmemiz için okulların içini eşya, test, bilgisayar, akıllı tahta vesaire vesaireden önce büyük, duyarlı, fedakâr ve adanmış öğretmen yürekleriyle doldurmamız gerekiyor.
Bunu söylerken Türk Eğitim Derneği Genel Müdürü Sevinç Atabay’ın ekim ayı başında Gaziantep’te 40 TED Kolejinin yöneticilerine seslenirken söylediği o muhteşem söz kulaklarımda çınlıyor:
‘Bir okulun içindeki kalpler ve zihinler değişmezse siz o okula her gün biz uzman getirip konuştursanız da bir şeyi değiştiremezsiniz. Önce yöneticilerin ve öğretmenlerin kalplere ve beyinlere dokunabilmesi gerekir…’
Lütfen dikkat edin, bunu ülkemizdeki en ileri eğitim teknolojilerini kullanan ama kullanabildiği teknolojiden ziyade 91 yılda ilmek ilmek ördüğü ve gelenekselleştirdiği eğitim kültürüyle ve öncü yaklaşımlarıyla öne çıkan bir kurumun zirvesindeki eğitim lideri söylüyor.
Öyleyse hiç kuşkunuz olmasın, olağanüstü güzel hikâyelerle özelleşen okullar var.
Öyleyse yarınlar için daima umut var; karamsar olmayalım!
***
Ve Erzurum için bir dilek notuyla bitirelim:
İki paragraf önce Sayın Genel Müdüründen bir alıntı yaparak adını andığım köklü eğitim kurumu, daha doğrusu kurumun beyan ettiği biçimiyle ‘Türkiye’nin en köklü ve en yüksek katılımlı sivil toplum kuruluşu olan Türk Eğitim Derneği (TED), bu yıl ‘91’inci yıl’ onurunu yaşıyor ve Türkiye’mizin bugün için 40 farklı noktasındaki kolejleriyle ülke çocuklarını geleceğin ufuk çizgisine taşıyor.
TED’in şimdilerde okul öncesinden lise sona, K12 düzeyinde ‘Yapay Zekâ’ ve ‘Eğitimin Geleceği’ temaları üzerinde duruyor olması bile kurumun vizyonu hakkında fikir edinmemize yetiyor.
Bize de bu gazetenin -Pusula’nın- basıldığı kentin, Erzurum’umuzun, en kısa zamanda TED Koleji’ne kavuşmasını dilemek düşüyor…