
.............’dün dünde kaldı, bugün yeni şeyler söylemek lazım’ elbette; ama ben biraz daha düne seslenmek istiyorum. Ve yani 14 Şubat’a.........
Bu ayın içinde -de- bir sürü özel gün var…
1935’in şubatında Ayasofya ilk kez halkın ziyaretine açılmış mesela ve mesela 1966’nın şubatında ise insanoğlu ilk uzay gemisini Ay’a indirmeyi başarmış. Çok özel günler tabii…
Bizim de Ay’a gideceğimiz söyleniyor; belki bir başka şubata denk gelir bu, kim bilir?
Ama Ay’a gitsek de gitmesek de bana göre şubat demek, Sevgililer Günü demek… Tabii eğer zemheride bir yerim ayaz almadıysa, gönül sağlığım da akıl sağlığıma ayak uyduruyorsa…
İsteyen, istediği gibi kutlasın, bırakalım…
Kimi Aziz Valentin’i ansın, kimi Leyla’sını, kimi Mecnun’unu. Kimi kendi hikâyesini gökyüzüne yazsın bırakalım. 14 Şubat günü gözükecek ve sonsuza kadar bir daha asla tekrarlanmayacak olan o gökyüzü kompozisyonuna işlesin aşkını…
Ne güzel…
Ve öyle bir günü kederlenmeden kutlayabilenlere ne mutlu!
Ama her hâlükârda, 17’sindeki sevgililer için de 40’ından sonra ancak gerçek aşkı bulmuşlar için de 14 Şubat’ın kapitalizmin körüklediği biçimde bir harcama çılgınlığıyla -ya da diğer yandan harcayamama mahcubiyetiyle- geçirilmesini değil de ‘yaşamı daha iyi anlamaya çalışılarak ve sevgi şemsiyesi altında olgunlaşarak geçilmiş bir eşik’ olmasını diliyorum…
Geçilmiş, aşılmış ama daha çok ‘farkına varılmış bir eşik’…
Ses duvarı gibi…
‘Sevgi Duvarı’ gibi…
★★
İyi de…
Olgunlaşmak…
Bu insan için iyi bir şey midir?
Aynı zamanda yaşlanmak ve köhnemek değil midir?
Olgunlaşırken neleri kazanır, neleri kaybederiz?
Olgunlaştığımız için mutluluğu doyasıya yaşama şansımızı yitirdik mi?
Olgun insanlar hep ağır oturak mı olur?
Olgun biri arada azıcık kaçıklık yaparsa onu ayıplamak mı lazımdır?
Hiç olgunlaşmasaydık daha mı mutlu olurduk?
Yapacak bir şey yok, diyelim ki yaş aldık ve mecburen olgunlaştık; peki böyleyken mutluluğu uçarılıktan, dopaminden ve noradrenalinden bağımsız nasıl tanımlayacağız?
… vesaire vesaire vesaire…
Ne çok soru(nu)muz var değil mi?
Yanıtlamaya hangisinden başlasak peki?..
Bu sorulardan hangisini önemsediyseniz ondan başlayın. Hatta dilerseniz onu yanıtlayıp gerisini bırakın.
Tabii hiç birisine yanıt vermemek de bir seçenek. Üstlerinden düşünerek, duygulanarak geçmek bile kâfi…
★★
Biyolojik açıdan olgunlaşmak -ömrünüz varsa ve mesela otuzdan, kırktan sonrasını gördüyseniz- zaten kaçınılmaz. Siz istemeseniz de teniniz, saçınız, iskeletiniz, iç organlarınız olgunlaşır.
Psikolojik açıdan olgunlaşmak daha başka bir konu.
Ve benim başta sorduğum soruların neredeyse tamamı ‘ruhun olgunlaşmasıyla’ ilgili.
Onun katılaşmasıyla…
Onun yıpranmasıyla…
Onun soğumasıyla…
Onun bir yanının çocuk kalıp kalmamasıyla ilgili…
Ya da aksine, gün be gün çökmesiyle, çözülmesiyle…
★★
Siz az önce denediniz.
Şimdi de ben, baştaki sorulardan birini cımbızla çekip, onu kendi yanıtımla buluşturmayı deneyeyim:
“Olgun biri arada azıcık kaçıklık yaparsa onu ayıplamak mı lazımdır?”
Yanıt: Yapılan kaçıklığın ne olduğuna bağlı…
Ama aslına bakarsanız bir ergenin ne kadar kaçıklık yapma kredisi varsa olgun birinin de o kredinin en yarısı kadar kaçıklık yapma hakkı vardır.
Becerebilirse, eline yüzüne bulaştırmazsa tabii…
Hayatın monotonluğu içinde kirişi kırmak…
Dert kasavet ikliminden sıyrılıp stratosferin de dışına firar etmek…
Gerçekleşmemiş bütün hayalleri saklayan ve aslında hiç var olmayan bir ülkeye, bir buluta belki iltica etmek ya da başka bir gezegene…
Bunlar pek tabii ergenler kadar olgunlaşmış insanların da hakkı.
Kadın ya da erkek, hiç fark etmez!
Arada kendi hacminden çıkıp kaçıklık edeni ayıplamamak lazım!
Bakın, daha dikkatli bakın, öyleleri, içinde yer aldıkları ailenin, topluluğun, sosyal grubun neşe kaynağıdır, enerji kaynağıdır, iyimserlik ve mizah kaynağıdır.
Arada bir kirişi kırarlar ve geriye dopdolu dönerler onlar.
Şaşırdınız mı?
Çok mu ‘aykırı’ buldunuz?
Lütfen dürüst olun; arada bir ya öyle yaparsınız ya da öyle yapanlara özenirsiniz.
★★
Bütün bunlar bana göre iyi de…
Yine bana göre en kötü senaryo şu:
‘Olgunlaşmak artık hiçbir şeye şaşırmamaktır’ demiş ya Dostoyevski, işte galiba en berbat tarafı ‘hiçbir şeye şaşırmayacak kadar ağır bir olgunlaşmaya maruz kalmak’…
Bu çok fena, çok soğuk!
Çok tatsız, çok heyecansız…
Dermansız dert resmen, maazallah!
…
*: Yazarımız Savaşkan İlmak’ın Ayarsız Dergisi Şubat-2022 sayısındaki yazısından alıntıdır.
Bu ayın içinde -de- bir sürü özel gün var…
1935’in şubatında Ayasofya ilk kez halkın ziyaretine açılmış mesela ve mesela 1966’nın şubatında ise insanoğlu ilk uzay gemisini Ay’a indirmeyi başarmış. Çok özel günler tabii…
Bizim de Ay’a gideceğimiz söyleniyor; belki bir başka şubata denk gelir bu, kim bilir?
Ama Ay’a gitsek de gitmesek de bana göre şubat demek, Sevgililer Günü demek… Tabii eğer zemheride bir yerim ayaz almadıysa, gönül sağlığım da akıl sağlığıma ayak uyduruyorsa…
İsteyen, istediği gibi kutlasın, bırakalım…
Kimi Aziz Valentin’i ansın, kimi Leyla’sını, kimi Mecnun’unu. Kimi kendi hikâyesini gökyüzüne yazsın bırakalım. 14 Şubat günü gözükecek ve sonsuza kadar bir daha asla tekrarlanmayacak olan o gökyüzü kompozisyonuna işlesin aşkını…
Ne güzel…
Ve öyle bir günü kederlenmeden kutlayabilenlere ne mutlu!
Ama her hâlükârda, 17’sindeki sevgililer için de 40’ından sonra ancak gerçek aşkı bulmuşlar için de 14 Şubat’ın kapitalizmin körüklediği biçimde bir harcama çılgınlığıyla -ya da diğer yandan harcayamama mahcubiyetiyle- geçirilmesini değil de ‘yaşamı daha iyi anlamaya çalışılarak ve sevgi şemsiyesi altında olgunlaşarak geçilmiş bir eşik’ olmasını diliyorum…
Geçilmiş, aşılmış ama daha çok ‘farkına varılmış bir eşik’…
Ses duvarı gibi…
‘Sevgi Duvarı’ gibi…
★★
İyi de…
Olgunlaşmak…
Bu insan için iyi bir şey midir?
Aynı zamanda yaşlanmak ve köhnemek değil midir?
Olgunlaşırken neleri kazanır, neleri kaybederiz?
Olgunlaştığımız için mutluluğu doyasıya yaşama şansımızı yitirdik mi?
Olgun insanlar hep ağır oturak mı olur?
Olgun biri arada azıcık kaçıklık yaparsa onu ayıplamak mı lazımdır?
Hiç olgunlaşmasaydık daha mı mutlu olurduk?
Yapacak bir şey yok, diyelim ki yaş aldık ve mecburen olgunlaştık; peki böyleyken mutluluğu uçarılıktan, dopaminden ve noradrenalinden bağımsız nasıl tanımlayacağız?
… vesaire vesaire vesaire…
Ne çok soru(nu)muz var değil mi?
Yanıtlamaya hangisinden başlasak peki?..
Bu sorulardan hangisini önemsediyseniz ondan başlayın. Hatta dilerseniz onu yanıtlayıp gerisini bırakın.
Tabii hiç birisine yanıt vermemek de bir seçenek. Üstlerinden düşünerek, duygulanarak geçmek bile kâfi…
★★
Biyolojik açıdan olgunlaşmak -ömrünüz varsa ve mesela otuzdan, kırktan sonrasını gördüyseniz- zaten kaçınılmaz. Siz istemeseniz de teniniz, saçınız, iskeletiniz, iç organlarınız olgunlaşır.
Psikolojik açıdan olgunlaşmak daha başka bir konu.
Ve benim başta sorduğum soruların neredeyse tamamı ‘ruhun olgunlaşmasıyla’ ilgili.
Onun katılaşmasıyla…
Onun yıpranmasıyla…
Onun soğumasıyla…
Onun bir yanının çocuk kalıp kalmamasıyla ilgili…
Ya da aksine, gün be gün çökmesiyle, çözülmesiyle…
★★
Siz az önce denediniz.
Şimdi de ben, baştaki sorulardan birini cımbızla çekip, onu kendi yanıtımla buluşturmayı deneyeyim:
“Olgun biri arada azıcık kaçıklık yaparsa onu ayıplamak mı lazımdır?”
Yanıt: Yapılan kaçıklığın ne olduğuna bağlı…
Ama aslına bakarsanız bir ergenin ne kadar kaçıklık yapma kredisi varsa olgun birinin de o kredinin en yarısı kadar kaçıklık yapma hakkı vardır.
Becerebilirse, eline yüzüne bulaştırmazsa tabii…
Hayatın monotonluğu içinde kirişi kırmak…
Dert kasavet ikliminden sıyrılıp stratosferin de dışına firar etmek…
Gerçekleşmemiş bütün hayalleri saklayan ve aslında hiç var olmayan bir ülkeye, bir buluta belki iltica etmek ya da başka bir gezegene…
Bunlar pek tabii ergenler kadar olgunlaşmış insanların da hakkı.
Kadın ya da erkek, hiç fark etmez!
Arada kendi hacminden çıkıp kaçıklık edeni ayıplamamak lazım!
Bakın, daha dikkatli bakın, öyleleri, içinde yer aldıkları ailenin, topluluğun, sosyal grubun neşe kaynağıdır, enerji kaynağıdır, iyimserlik ve mizah kaynağıdır.
Arada bir kirişi kırarlar ve geriye dopdolu dönerler onlar.
Şaşırdınız mı?
Çok mu ‘aykırı’ buldunuz?
Lütfen dürüst olun; arada bir ya öyle yaparsınız ya da öyle yapanlara özenirsiniz.
★★
Bütün bunlar bana göre iyi de…
Yine bana göre en kötü senaryo şu:
‘Olgunlaşmak artık hiçbir şeye şaşırmamaktır’ demiş ya Dostoyevski, işte galiba en berbat tarafı ‘hiçbir şeye şaşırmayacak kadar ağır bir olgunlaşmaya maruz kalmak’…
Bu çok fena, çok soğuk!
Çok tatsız, çok heyecansız…
Dermansız dert resmen, maazallah!
…
*: Yazarımız Savaşkan İlmak’ın Ayarsız Dergisi Şubat-2022 sayısındaki yazısından alıntıdır.