
Öğretmenliğe başladığım yıl Ankara’da Coğrafyacı bir arkadaşım vardı. Sömestr tatilleri başladığında, öğrencilere karne verdikten hemen sonra otobüs garajına koşar, onu memleketine, Şırnak’ın Uludere ilçesine uğurlardık.
Terörün azgın zamanıydı. ‘Dur Ankara’da biraz vakit geçirelim; hiç olmazsa yarın, gündüz yolculuğu yap’ derdik ama nafile.
‘Şırnak onun cennetiydi’.
O, böyle olduğuna inanıyordu; öyleyse doğruydu. Memleketin o uzak köşesinin hakikaten cennet olup olmadığını -en azından Coğrafyacı dostumla- tartışmamızın bir anlamı yoktu.
Birçok insan için durum aynen öyledir.
Şırnak, Tutak, Narman, Tercan, Kırıkkale, Toprakkale, Of, Posof…
Her yerin, her kentin, her köyün oraya aşık insanları var.
Kimi doğduğu yeri, kimi doyduğu yerdi cennet sayıyor; ama sorulunca da herkes İstanbul, Bodrum, Marmaris demiyor…
Ya siz?
Sizin cennet bildiğiniz o ‘eşi benzeri olmayan yer’ neresi?
Yanıtınızı duyamam ama ben de kendi yanıtımı verebilirim bu soruya:
Bir süreliğine yaşadığım yerler içinde Beypazarı’nı, Mağusa’yı ve Manavgat’ı çok ama çok sevdim.
Bu üçünün doğası, kültürü, tarihi, mitolojisi ama en çok da insanları…
Oralardaki öğrencilerim, dostlarım, meslektaşlarım…
Onlar muhteşemdi…
Yine de bana ‘Senin bu dünyadaki cennetin nere?’ diye sorulduğunda her seferinde hiç tereddüt etmeden ‘Oltu’ dedim…
Hâlâ ‘Oltu’ derim, bu hiç değişmez…
Böyle dediğim için, bir zamanlar benim Şırnaklı öğretmen arkadaşım hakkında düşündüklerimin aynısını belki bu defa benim hakkımda düşünecek kimseler olacaktır. Olursa olsun!
Oltu benim cennetim…
Her hatırasıyla, her uzvuyla, öğündüğüm veya -hiç fark etmez- eleştirdiğim her ayrıntısıyla, her vadisiyle, her bir ağacıyla, zümrüt vadileriyle, yaylalarıyla, tarihi şan ve şerefle dolu sarı-kırmızılı 25 Mart Spor’uyla, eşsiz ve zarif kalesiyle, söylenceleriyle ve mitolojisiyle, tam yüreğinden akan ırmağıyla, köprüleriyle, yosun ve çay kokulu canım pasajıyla, yaz akşamlarında sokaklarını saran iğde kokusuyla, yürekten bedene dağılan damarlar gibi Çarşıbaşı’ndan köylere uzayan toprak yollarıyla, her bahar deşilen eğri büğrü kaldırımlarıyla, bahçeli şirin evleriyle, tandır ekmeği ve kavurga kokan kış akşamlarıyla, oyunlarıyla, türküleriyle, isimleriyle, lakaplarıyla, yüreklerinden merhamet taşan insanlarıyla, dokunaklı insan hikâyeleriyle, gerçekleşmemiş ya da bir başka bahara ertelenmiş sayısız hayaliyle Oltu…
Benim Oltu’m…
Nerede yaşarsam yaşayayım, nerede ölürsem öleyim…
Benim cennetim, benim krallığım, benim son sığınağımdır Oltu…
***
Dün işte o Oltu’nun kurtuluş günüydü.
100 yıl önce, 25 Mart 1918’de Ermeni zulmüne son verilmiş ve Oltu işgalden kurtarılmıştı.
Öncesinde:
1878 Ayestefanos Anlaşmasından sonra Ruslara bırakılan Oltu’yu 1917 Bolşevik İhtilali sonrası Ruslar da Ermenilere terk etmiş. 1878’den 1918’e dek 40 yıl esaret yaşanmış memlekette, dile kolay…
Öte yandan, bu esaret sona erer ermez yöre halkı o günkü koşullarda var olabilmek için organize olup ‘Oltu Şura Hükûmeti’ altında bir de devlet kurmuş.
(Devamı Yarın)
Terörün azgın zamanıydı. ‘Dur Ankara’da biraz vakit geçirelim; hiç olmazsa yarın, gündüz yolculuğu yap’ derdik ama nafile.
‘Şırnak onun cennetiydi’.
O, böyle olduğuna inanıyordu; öyleyse doğruydu. Memleketin o uzak köşesinin hakikaten cennet olup olmadığını -en azından Coğrafyacı dostumla- tartışmamızın bir anlamı yoktu.
Birçok insan için durum aynen öyledir.
Şırnak, Tutak, Narman, Tercan, Kırıkkale, Toprakkale, Of, Posof…
Her yerin, her kentin, her köyün oraya aşık insanları var.
Kimi doğduğu yeri, kimi doyduğu yerdi cennet sayıyor; ama sorulunca da herkes İstanbul, Bodrum, Marmaris demiyor…
Ya siz?
Sizin cennet bildiğiniz o ‘eşi benzeri olmayan yer’ neresi?
Yanıtınızı duyamam ama ben de kendi yanıtımı verebilirim bu soruya:
Bir süreliğine yaşadığım yerler içinde Beypazarı’nı, Mağusa’yı ve Manavgat’ı çok ama çok sevdim.
Bu üçünün doğası, kültürü, tarihi, mitolojisi ama en çok da insanları…
Oralardaki öğrencilerim, dostlarım, meslektaşlarım…
Onlar muhteşemdi…
Yine de bana ‘Senin bu dünyadaki cennetin nere?’ diye sorulduğunda her seferinde hiç tereddüt etmeden ‘Oltu’ dedim…
Hâlâ ‘Oltu’ derim, bu hiç değişmez…
Böyle dediğim için, bir zamanlar benim Şırnaklı öğretmen arkadaşım hakkında düşündüklerimin aynısını belki bu defa benim hakkımda düşünecek kimseler olacaktır. Olursa olsun!
Oltu benim cennetim…
Her hatırasıyla, her uzvuyla, öğündüğüm veya -hiç fark etmez- eleştirdiğim her ayrıntısıyla, her vadisiyle, her bir ağacıyla, zümrüt vadileriyle, yaylalarıyla, tarihi şan ve şerefle dolu sarı-kırmızılı 25 Mart Spor’uyla, eşsiz ve zarif kalesiyle, söylenceleriyle ve mitolojisiyle, tam yüreğinden akan ırmağıyla, köprüleriyle, yosun ve çay kokulu canım pasajıyla, yaz akşamlarında sokaklarını saran iğde kokusuyla, yürekten bedene dağılan damarlar gibi Çarşıbaşı’ndan köylere uzayan toprak yollarıyla, her bahar deşilen eğri büğrü kaldırımlarıyla, bahçeli şirin evleriyle, tandır ekmeği ve kavurga kokan kış akşamlarıyla, oyunlarıyla, türküleriyle, isimleriyle, lakaplarıyla, yüreklerinden merhamet taşan insanlarıyla, dokunaklı insan hikâyeleriyle, gerçekleşmemiş ya da bir başka bahara ertelenmiş sayısız hayaliyle Oltu…
Benim Oltu’m…
Nerede yaşarsam yaşayayım, nerede ölürsem öleyim…
Benim cennetim, benim krallığım, benim son sığınağımdır Oltu…
***
Dün işte o Oltu’nun kurtuluş günüydü.
100 yıl önce, 25 Mart 1918’de Ermeni zulmüne son verilmiş ve Oltu işgalden kurtarılmıştı.
Öncesinde:
1878 Ayestefanos Anlaşmasından sonra Ruslara bırakılan Oltu’yu 1917 Bolşevik İhtilali sonrası Ruslar da Ermenilere terk etmiş. 1878’den 1918’e dek 40 yıl esaret yaşanmış memlekette, dile kolay…
Öte yandan, bu esaret sona erer ermez yöre halkı o günkü koşullarda var olabilmek için organize olup ‘Oltu Şura Hükûmeti’ altında bir de devlet kurmuş.
(Devamı Yarın)