
Yarıyıl tatili bitiyor. Bunun sizin için iyi haber mi yoksa kötü haber mi olduğu, önce yaşınıza, sonra işinize ve nihayet bakış açınıza bağlı.
Ama o izafiyetten azade düşünelim şimdi. Yeni bir dönemin başlamakta olduğu şu aşama; okulları bazı açılardan revize etmek, akademik ve ekonomik içerikli makro ve mikro planları yeniden gözden geçirmek, belki bazı sadeleştirmeler veya aksine bazı yeni detaylandırmalar yapmak, başlangıçta öngörülememiş ve şimdi yolu yarılamışken baş göstermiş sorunları kapsayan yeni öncelik sıralamaları oluşturmak için elverişli bir zaman.
Bu arada ‘akademik ve ekonomik içerikli makro ve mikro planları yeniden gözden geçirmek’ derken daha çok ‘özel okulları’ kastediyorum ve bunu, özel öğretim sektöründe çeyrek yüzyıl bulunmuş, o sektörde yaşanan değişime ilişkin gözlemlerini titizce kaydetmiş bir eğitimci olarak söylüyorum:
Bugünün okullarında farkına varılması ve aşılması gereken en önemli sorunlardan biri ‘karmaşıklaşma sorunudur’!
Yoğunluğu günden güne artan ve artık kontrolden çıkmış gibi görünen sistematik karmaşıklaşma… Başka bir deyişle; okullarda -ama bilhassa özel okullarda- rekabeti, ticareti ve değişimi yanlış algılamanın, bu olguları okul kurgusu içinde yanlış konumlandırmanın ve o hatalı statikten doğan diğer yanılgıların, kargaşanın ve koşturmacanın da ’gerçek okul verimliliğini ve okuldakilerin öğrenme-öğretme hazzını yutması’ sorunu…
Bu, öncelik listelerini alt üst eden çok ciddi bir sorun!
Biraz daha açalım:
Yarış ve rekabet baskısından doğan kaotik, sürdürülemez planlamalar ve onun sonucu olarak da sürekli etkinlik çakışmalarıyla boğuşmak, birbiriyle uyumsuz süreçleri iç içe geçirmeler, biri bitmeden öbürünün üzerine çullanan projeler, bitirdiği çalışmanın hazzını içselleştirmeden ya da final değerlendirmesini tamamlayamadan başka bir maratona atılan çocuklar ve gençler, portfolyolarını ‘Aman tanıtım broşürümüzde bu da bulunsun, şu da eksik kalmasın!’ telaşıyla şişiren okullar ve dahası ve dahası…
İyi de bu reaksiyonu başlatan ‘talep’ kimden geliyor?
Toplumun kurgulayıcıları mı? Öyle birileri var mı gerçekten?
Bakanlık mı okulları buna itiyor?
Veliler mi talepleriyle rekabeti ve kargaşayı körüklüyor?
Öğretmenler öyle bir düzen içinde mi çalışmak istiyor?
Okulları yönetenler mi? Okulları kuranlar mı memnun bu durumdan?
Yoksa öğrenciler mi istiyor bunu, onlar mı eğitim-öğretimin hammaddesi olarak ‘Çullanabildiğiniz kadar çullanın üzerimize!’ diyor?
Kim ‘okullarımızdaki bu berbat şişkinliğin’ nedeni? Hangimiz sahiden?
Ve daha önemlisi kimler bu sorunu fark etti, kimler çıkış bulmaya çalışıyor ya da (varsa) kim akıntıya karşı kürek çekti ve kargaşadan çıkışın yolunu buldu, nasıl?..
Bu çok kritik soruların yanıtlarını -daha doğrusu kaostan çıkış kapılarını- sadelik felsefesine vurgu yapan dört muhteşem söz etrafında bulmaya çalışalım:
‘Sadelik, en ileri karmaşıklık düzeyidir’ demiş Leonardo Da Vinci (1452-1519)…
Bunu, Rönesans’ın fitilini ateşlemiş bir dâhi söylemiş.
21’inci yüzyılın okulları için de yeniden doğuş için karmaşanın içerisinde sadeliği yaratabilmek gibi bir sınav, bir yüzleşme söz konusu. Bu çok trajik ama Da Vinci’nin şifresini çözersek yol alabiliriz.
***
Frederic Chopin (1810-1849) ‘Sadelik, varılabilecek en son noktadır’ derken belki de en dâhiyane ürününü betimlemiş.
Bir müzik kompozisyonu ya da bir orkestral eylem için düşünülmüş bu tanım, neden aslında gerçek bir orkestra olan okulu da tanımlıyor olmasın?
Bir eğitim kurumunun bütün deneyim aşamalarını geçtikten sonra varacağı en ileri nokta; yalın, sadece, anlaşılır ve sürdürülebilir bir sisteme, saf bir kurguya kavuşmasıdır.
***
Hani nâmından ve uğraşı alanından ötürü nasıl değerlendirilir bilemem ama savunduğu net bir felsefesi olan bilge bir sporcunun, bir dövüş ustasının yorumudur bu: Bruce Lee (1940-1973), ‘Sadelik, mükemmelliğe giden yoldur’ demiş.
Öyleyse ya buralardan göçüp mükemmelliği kargaşanın uzağında aramamız ya da içinde olduğumuz yeri kargaşadan arındırdıktan sonra orada mükemmellik oluşturmamız gerekiyor. Evet, okullar söz konusu olunca mükemmellik, usul usul ve sabırla oluşturulabilen bir şey.
Hayatın her aşamasında ama okullar için özellikle böyle…
***
Son olarak iki yüzyıl önce dile getirilmiş ve sonraki bütün çağlara bir öneri niteliği kazanmış bir başka görüş: Novalis (1772-1801), ‘Zenginlik, sadelik içinde gelişir’ diyor.
Bizimki de bir çeşit zenginlik arayışı değil mi?
Öyleyse onu nerede bulabileceğimizi araştırmamız lazım.
Belki de en büyük zenginlik bir okul yerleşkesinin en ücra, en umulmadık yerindedir.
Belki kütüphanededir, belki öğretmenler odasındaki bir dolapta, bir proje dosyasının içindedir bizi kurtaracak zenginlik…
Eğer anlattıklarımı mânidâr, tutarlı, gerekli, anlamlı, uygulanabilir buluyorsanız o zaman lütfen bir adım daha ileri gidin ve anlattıklarımın pratiğini yapanlara, asıl kahramanlara bakın. Çevrenize biraz daha dikkatli bakın lütfen!
Doğruyu yanlıştan, sadeliği kargaşadan ayıran okullar var, mutlaka var!
Onları görebilmemiz ve çoğaltmamız lazım!
Bu bağlamda örnek oluşturan ama sayıları ‘istisna’ düzeyinde kalan okulların hepsini bu gazete köşesine sığdırmak olanaksız; ama yine de benim özel bir simge olarak gördüğüm bir ismi, Tolga Demir’i; yine özel bir simge olarak gördüğüm, eğitim yürüyüşünü dikkatle takip ettiğim Beysukent Koleji’ni (Ankara) ve o okulun Mudurnu’da kurup Anakamp diye adlandırdığı olağan yaşamla buluşma üssünü anmadan geçemiyorum. Özellikle ‘doğal’ değil ‘olağan’ yaşam diyorum.
O okulun sıradışı çizgisini ve felsefesini bir araştırın derim…
Araştırılacak başka okullar da vardır mutlaka. Onları da incelemelisiniz.
Şehir yaşamı ve teknoloji insanları doğadan ve olağan yaşamdan uzaklaştırırken; diğer yandan eğitim sistemindeki ağır kusurlar bilimsel ve sürdürülebilir tamirat ya da tedavilerle giderilemezken; arayış içerisindeki kaliteli azınlığın gelecekte Beysukent Koleji gibi okullara yöneleceğini öngörebilmek kolay.
Bunun için kâhin olmaya gerek yok.
***
Bitirirken ‘sadeleşmeye’ ilişkin bir ince ayrıntı daha:
Şunu hep gözlemliyorum: Kendini çok iyi yetiştirmiş meslektaşlarım bile ‘okulda sadelik’ olgusuna hem önemseyerek hem de biraz tereddütle, hatta aşırı temkinlice yaklaşıyorlar; çünkü sadelik ile tembellik arasında -tıpkı delilik ile dâhilik arasındaki gibi- doğrudan bir sınırdaşlık ilişkisi var ve eğitime ömürlerini adamış dostlarım sadeliği seçmiş kişinin -ya da kurumun- tembelliği seçmiş gibi görüneceği ihtimali üzerinde duruyorlar.
Bütün zamanları tıka basa işle doldurmanın ve bundan doğan karmaşıklığın maalesef ‘çalışkanlıkmış gibi’ sunulduğu, öyle algılandığı bir ortamda gerçeği görebilenler yanlış anlaşılmaktan korkuyorlar ve susuyorlar…
Temkinli oluşları bundan. Bu özetle ‘mahalle baskısı’ ve toplumu değiştirme misyonu olan kurumların da bu baskıya boyun eğmesi durumu…
Ne vahim, ne trajik değil mi?
Düşünsenize mülakatta kendisine ‘Hibrit misiniz, birden çok işi aynı anda yapıp üstüne bir de bunu yirmi yıl hiç kesintisiz sürdürebilir misiniz?’ diye sorulan aday, ‘Hayır, ben sadelikten yanayım, önce bütün mevcudiyetimle bir şeye odaklanır ve ancak onu sonuçlandırdıktan sonra başka bir işe veya başka bir aşamaya geçerim…’ derse bir okula öğretmen olarak kabul edilme olasılığı kaçta kaç olur?
%10… %5… %1 ?!?
Peki dışarıda sınavlar, kurslar, özel dersler Amazon nehri gibi gürül gürül akarken okulun kapıyı çalıp ‘Siz diğerlerinden daha çok ne veriyorsunuz?’ diye soran aday veliye ‘Biz sadelik, iç dinginliği ve mutluluk veriyoruz. Bizim sistemimiz bu!’ diyen bir okulun ‘Aradığımız tam da buydu. Çocuğumuzu sizin okulunuza yazdırıyoruz’ yanıtını duyma olasılığı nedir?
%10… %5… %1 ?!?
Bu işte çok fena!
Ama yine de -bütün olası risklere ve karşı çıkışlara rağmen- sadeliğin tembellik olmadığını; tutumluluğun cimrilik olmadığını, Feng-Shui’nin çulsuzluk olmadığını, sadeleştirmenin yoksullaştırmak olmadığını, bilâkis yaban otunu bostandan ayıklar gibi gereksiz teferruatı okuldan ayıklamanın o okula genellikle verimlilik ve ürün-kalite artışı getirdiğini; dolayısıyla bilinçlice erişilen yalınlığın her yerde olduğu gibi okulda da aslında huzur ve zenginlik doğurduğunu hep akılda tutmak lazım.
Ama o izafiyetten azade düşünelim şimdi. Yeni bir dönemin başlamakta olduğu şu aşama; okulları bazı açılardan revize etmek, akademik ve ekonomik içerikli makro ve mikro planları yeniden gözden geçirmek, belki bazı sadeleştirmeler veya aksine bazı yeni detaylandırmalar yapmak, başlangıçta öngörülememiş ve şimdi yolu yarılamışken baş göstermiş sorunları kapsayan yeni öncelik sıralamaları oluşturmak için elverişli bir zaman.
Bu arada ‘akademik ve ekonomik içerikli makro ve mikro planları yeniden gözden geçirmek’ derken daha çok ‘özel okulları’ kastediyorum ve bunu, özel öğretim sektöründe çeyrek yüzyıl bulunmuş, o sektörde yaşanan değişime ilişkin gözlemlerini titizce kaydetmiş bir eğitimci olarak söylüyorum:
Bugünün okullarında farkına varılması ve aşılması gereken en önemli sorunlardan biri ‘karmaşıklaşma sorunudur’!
Yoğunluğu günden güne artan ve artık kontrolden çıkmış gibi görünen sistematik karmaşıklaşma… Başka bir deyişle; okullarda -ama bilhassa özel okullarda- rekabeti, ticareti ve değişimi yanlış algılamanın, bu olguları okul kurgusu içinde yanlış konumlandırmanın ve o hatalı statikten doğan diğer yanılgıların, kargaşanın ve koşturmacanın da ’gerçek okul verimliliğini ve okuldakilerin öğrenme-öğretme hazzını yutması’ sorunu…
Bu, öncelik listelerini alt üst eden çok ciddi bir sorun!
Biraz daha açalım:
Yarış ve rekabet baskısından doğan kaotik, sürdürülemez planlamalar ve onun sonucu olarak da sürekli etkinlik çakışmalarıyla boğuşmak, birbiriyle uyumsuz süreçleri iç içe geçirmeler, biri bitmeden öbürünün üzerine çullanan projeler, bitirdiği çalışmanın hazzını içselleştirmeden ya da final değerlendirmesini tamamlayamadan başka bir maratona atılan çocuklar ve gençler, portfolyolarını ‘Aman tanıtım broşürümüzde bu da bulunsun, şu da eksik kalmasın!’ telaşıyla şişiren okullar ve dahası ve dahası…
İyi de bu reaksiyonu başlatan ‘talep’ kimden geliyor?
Toplumun kurgulayıcıları mı? Öyle birileri var mı gerçekten?
Bakanlık mı okulları buna itiyor?
Veliler mi talepleriyle rekabeti ve kargaşayı körüklüyor?
Öğretmenler öyle bir düzen içinde mi çalışmak istiyor?
Okulları yönetenler mi? Okulları kuranlar mı memnun bu durumdan?
Yoksa öğrenciler mi istiyor bunu, onlar mı eğitim-öğretimin hammaddesi olarak ‘Çullanabildiğiniz kadar çullanın üzerimize!’ diyor?
Kim ‘okullarımızdaki bu berbat şişkinliğin’ nedeni? Hangimiz sahiden?
Ve daha önemlisi kimler bu sorunu fark etti, kimler çıkış bulmaya çalışıyor ya da (varsa) kim akıntıya karşı kürek çekti ve kargaşadan çıkışın yolunu buldu, nasıl?..
Bu çok kritik soruların yanıtlarını -daha doğrusu kaostan çıkış kapılarını- sadelik felsefesine vurgu yapan dört muhteşem söz etrafında bulmaya çalışalım:
‘Sadelik, en ileri karmaşıklık düzeyidir’ demiş Leonardo Da Vinci (1452-1519)…
Bunu, Rönesans’ın fitilini ateşlemiş bir dâhi söylemiş.
21’inci yüzyılın okulları için de yeniden doğuş için karmaşanın içerisinde sadeliği yaratabilmek gibi bir sınav, bir yüzleşme söz konusu. Bu çok trajik ama Da Vinci’nin şifresini çözersek yol alabiliriz.
***
Frederic Chopin (1810-1849) ‘Sadelik, varılabilecek en son noktadır’ derken belki de en dâhiyane ürününü betimlemiş.
Bir müzik kompozisyonu ya da bir orkestral eylem için düşünülmüş bu tanım, neden aslında gerçek bir orkestra olan okulu da tanımlıyor olmasın?
Bir eğitim kurumunun bütün deneyim aşamalarını geçtikten sonra varacağı en ileri nokta; yalın, sadece, anlaşılır ve sürdürülebilir bir sisteme, saf bir kurguya kavuşmasıdır.
***
Hani nâmından ve uğraşı alanından ötürü nasıl değerlendirilir bilemem ama savunduğu net bir felsefesi olan bilge bir sporcunun, bir dövüş ustasının yorumudur bu: Bruce Lee (1940-1973), ‘Sadelik, mükemmelliğe giden yoldur’ demiş.
Öyleyse ya buralardan göçüp mükemmelliği kargaşanın uzağında aramamız ya da içinde olduğumuz yeri kargaşadan arındırdıktan sonra orada mükemmellik oluşturmamız gerekiyor. Evet, okullar söz konusu olunca mükemmellik, usul usul ve sabırla oluşturulabilen bir şey.
Hayatın her aşamasında ama okullar için özellikle böyle…
***
Son olarak iki yüzyıl önce dile getirilmiş ve sonraki bütün çağlara bir öneri niteliği kazanmış bir başka görüş: Novalis (1772-1801), ‘Zenginlik, sadelik içinde gelişir’ diyor.
Bizimki de bir çeşit zenginlik arayışı değil mi?
Öyleyse onu nerede bulabileceğimizi araştırmamız lazım.
Belki de en büyük zenginlik bir okul yerleşkesinin en ücra, en umulmadık yerindedir.
Belki kütüphanededir, belki öğretmenler odasındaki bir dolapta, bir proje dosyasının içindedir bizi kurtaracak zenginlik…
Eğer anlattıklarımı mânidâr, tutarlı, gerekli, anlamlı, uygulanabilir buluyorsanız o zaman lütfen bir adım daha ileri gidin ve anlattıklarımın pratiğini yapanlara, asıl kahramanlara bakın. Çevrenize biraz daha dikkatli bakın lütfen!
Doğruyu yanlıştan, sadeliği kargaşadan ayıran okullar var, mutlaka var!
Onları görebilmemiz ve çoğaltmamız lazım!
Bu bağlamda örnek oluşturan ama sayıları ‘istisna’ düzeyinde kalan okulların hepsini bu gazete köşesine sığdırmak olanaksız; ama yine de benim özel bir simge olarak gördüğüm bir ismi, Tolga Demir’i; yine özel bir simge olarak gördüğüm, eğitim yürüyüşünü dikkatle takip ettiğim Beysukent Koleji’ni (Ankara) ve o okulun Mudurnu’da kurup Anakamp diye adlandırdığı olağan yaşamla buluşma üssünü anmadan geçemiyorum. Özellikle ‘doğal’ değil ‘olağan’ yaşam diyorum.
O okulun sıradışı çizgisini ve felsefesini bir araştırın derim…
Araştırılacak başka okullar da vardır mutlaka. Onları da incelemelisiniz.
Şehir yaşamı ve teknoloji insanları doğadan ve olağan yaşamdan uzaklaştırırken; diğer yandan eğitim sistemindeki ağır kusurlar bilimsel ve sürdürülebilir tamirat ya da tedavilerle giderilemezken; arayış içerisindeki kaliteli azınlığın gelecekte Beysukent Koleji gibi okullara yöneleceğini öngörebilmek kolay.
Bunun için kâhin olmaya gerek yok.
***
Bitirirken ‘sadeleşmeye’ ilişkin bir ince ayrıntı daha:
Şunu hep gözlemliyorum: Kendini çok iyi yetiştirmiş meslektaşlarım bile ‘okulda sadelik’ olgusuna hem önemseyerek hem de biraz tereddütle, hatta aşırı temkinlice yaklaşıyorlar; çünkü sadelik ile tembellik arasında -tıpkı delilik ile dâhilik arasındaki gibi- doğrudan bir sınırdaşlık ilişkisi var ve eğitime ömürlerini adamış dostlarım sadeliği seçmiş kişinin -ya da kurumun- tembelliği seçmiş gibi görüneceği ihtimali üzerinde duruyorlar.
Bütün zamanları tıka basa işle doldurmanın ve bundan doğan karmaşıklığın maalesef ‘çalışkanlıkmış gibi’ sunulduğu, öyle algılandığı bir ortamda gerçeği görebilenler yanlış anlaşılmaktan korkuyorlar ve susuyorlar…
Temkinli oluşları bundan. Bu özetle ‘mahalle baskısı’ ve toplumu değiştirme misyonu olan kurumların da bu baskıya boyun eğmesi durumu…
Ne vahim, ne trajik değil mi?
Düşünsenize mülakatta kendisine ‘Hibrit misiniz, birden çok işi aynı anda yapıp üstüne bir de bunu yirmi yıl hiç kesintisiz sürdürebilir misiniz?’ diye sorulan aday, ‘Hayır, ben sadelikten yanayım, önce bütün mevcudiyetimle bir şeye odaklanır ve ancak onu sonuçlandırdıktan sonra başka bir işe veya başka bir aşamaya geçerim…’ derse bir okula öğretmen olarak kabul edilme olasılığı kaçta kaç olur?
%10… %5… %1 ?!?
Peki dışarıda sınavlar, kurslar, özel dersler Amazon nehri gibi gürül gürül akarken okulun kapıyı çalıp ‘Siz diğerlerinden daha çok ne veriyorsunuz?’ diye soran aday veliye ‘Biz sadelik, iç dinginliği ve mutluluk veriyoruz. Bizim sistemimiz bu!’ diyen bir okulun ‘Aradığımız tam da buydu. Çocuğumuzu sizin okulunuza yazdırıyoruz’ yanıtını duyma olasılığı nedir?
%10… %5… %1 ?!?
Bu işte çok fena!
Ama yine de -bütün olası risklere ve karşı çıkışlara rağmen- sadeliğin tembellik olmadığını; tutumluluğun cimrilik olmadığını, Feng-Shui’nin çulsuzluk olmadığını, sadeleştirmenin yoksullaştırmak olmadığını, bilâkis yaban otunu bostandan ayıklar gibi gereksiz teferruatı okuldan ayıklamanın o okula genellikle verimlilik ve ürün-kalite artışı getirdiğini; dolayısıyla bilinçlice erişilen yalınlığın her yerde olduğu gibi okulda da aslında huzur ve zenginlik doğurduğunu hep akılda tutmak lazım.