
Hayatıma çok şehir sığdırdım ben.
Öyle içinden turist adımlarıyla geçip gittiğim şehirlerden değil, bir süre ekonomi ve kültür hayatına ortak olduklarımdan söz ediyorum.
Dokunduğum, içime aldığım, edebiyatını ve müziğini öğrendiğim şehirler…
Bölgesi hatta ülkesi, nüfusu, kültürü, folklörü, inançları, dilleri birbirinden farklı olan o şehirler ile tanıştırılma anlarında, oraları iyi bilen dostlarımdan ya da orada yeni tanıştığım kılavuzlarımdan istisnasız hep şunları işittim:
‘Bu şehir farklıdır; başka yere benzemez!
Acımasızdır, burada tutunmak çok güçtür…
Gücünü, iktidarını -ve elbette paranı- yitirdiğin anda bu şehirde ezilirsin, değersizleşirsin, yok olur gidersin!’
Nüfusu 40 bin olan ufak bir şehirde de duydum bunları, 12 milyonluk metropolde de…
Üniversitesi olan bir şehirde de duydum, lisesi olmayan kasabada da…
Doğuda da batıda da duydum…
Dedim ya, bunları söyleyenler o şehirleri çok iyi tanıyan insanlardı; sözlerine elbette itibar etmem gerekirdi.
Nitekim dikkate aldım da bu uyarıları; ama bir yere kadar. Kısa ya da uzun süre yaşamına ortak olduğum şehirlere asla başkalarının gözünden bakmadım ve önyargıyla yaklaşmadım.
Nihayet şunu keşfettim ki bana söylenenler doğruymuş!
Şehirler son derece acımasız, kıyıma açık, sâkinlerinin gözüne her geçen gün daha tekinsiz gözüken yerler; ama bu belli bir bölgenin, bir kültürün, bir inancın, iklimin ya da coğrafi temelli başka bir durumun sonucu değil ve sadece bir şehrin niteliği de değil.
İki üç istisnayı çıkarın; aslında bütün şehirler aynı:
İstanbul, Bursa’yla aynı…
Trabzon’un Erzurum’dan pek farkı yok…
Tokat’la Ağrı’yı ayıran şey, kıldan ince…
Antalya Diyarbakır’dan farksız ve Mersin’de insanların derdi neyse Konya’da da sorun %99 aynı…
Şehrin rakımı, planı ve peysaj değil elbette kast ettiğim; acımasızlaşan rekabetten, yaşam kavgasının doğurduğu türlü hallerden, küreselleşmeni hız kazandırdığı bir bozulma sürecinden ve en açık ifadesiyle ‘yozlaşmadan’ bahsediyorum…
…
Erzurum’da, Trabzon’da, Antalya’da, Bursa’da, Ankara’da, İstanbul’da, Van’da, Ağrı’da yaşayan sevgili dostlarım söylediklerimden alınıp itiraz edeceklerdir; dahası, beni yediğim ekmeğe-içtiğim suya ihanet etmekle bile suçlayan çıkacaktır belki; ama kendi şehirlerinde yaşadıkları istisnaî güzel anları veya çocukluk anılarını değil, onları bugünlerde küstüren, öfkelendiren anları, tiksintiyle baktıkları komşularını, haksızlığa uğradıkları olayları, bütün bu -ne yazık ki- olağanlaşmış durumları ve kazığını yedikleri, hakaretlerine maruz kaldıkları, tarfikte tacizine uğradıkları, her gün kim bilir kaç kez küfürlerini işttikleri ve kavgalarına tanık oldukları dejenere olmuş hemşehrilerini akıllarına getirsinler.
Şehrin %100’ünü değil elbette; çoğunluğu ve çoğu zamanları düşünsünler…
Ve söylediklerime, bize sıradan gerçeği gösteren bu basit merceği kullanarak baksınlar. Kolay değil; elleri varsa da dilleri tasdik etmeyecek; ama eminim ki bunu yapabildikleri zaman bana hak verme olasılıkları artacak.
Gerçek, daha doğrusu ‘baskın’ yüzünü görecekler kendi şehirlerinin ve diğer şehirlerin…
***
Özeleştiri her zaman zordur. Can yakar.
Ama insanları nasıl geliştiriyorsa şehirleri de öyle geliştirir özeleştiri.
Şimdi birlikte düşünelim.
Ben yaşadığım yerleri düşüneyim; siz, nerede yaşıyorsanız o şehri düşünün:
Gümüşhane’den Osmaniye’ye, Muğla’dan Çorum’a, neredeyse bütün şehirlerimizin artık iyiden iyiye acımasızlaştığını, bizi -bugünkü sâkinlerini- pek de memnun etmeyen bir sosyal ve mimari yapıya büründüklerini, böyle bir değişimi anlamak için sosyolog olmaya gerek kalmadığını, bunun artık çıplak gözle görülebilir bir şeye dönüştüğünü düşünebiliriz.
Mesela ‘mutlu yaşam endeksi’ denen şeye bir bakalım…
Türkçesi ‘insanların bu şehirlerde ne denli rahat, kolay, güven ve huzur içerisinde yaşadıklarını ya da aksine ne denli tedirgin, huzursuz, sıkıntılı yaşadıklarını belirleyen sosyometrik kıstas’.
Bu bağlamda yapılan ölçümler; geçmişe oranla iyileşen, güzelleşen ve mesela orta yaş üstündeki görmüş geçirmiş sâkinlerini (yani geçmişle bugünü karşılaştırma şansı olanları) bugün eskisinden daha fazla mutlu eden şehirlerin sayısının bir elin parmaklarını geçmediğini ortaya koyuyor.
Seksen bir ilin olduğu bir ülkede iki üç istisna ve yani anket raportörlerinin altını yeşil kalemle çizdiği Eskişehir, Sinop, Amasya ve bir iki şehir daha neyi değiştirir?
İstanbul ahalisi, Sinop’a imrenip de hâlini gözden geçirir mi mesela?
Çok esaslı birer ilham kaynağı olabilir Sinop, o başka.
Ama ondan ötesi ne yazık ki ‘sadece hülyâ’…
(…)
(Devamı 22 Mayıs Salı günü Pusula’da)
Öyle içinden turist adımlarıyla geçip gittiğim şehirlerden değil, bir süre ekonomi ve kültür hayatına ortak olduklarımdan söz ediyorum.
Dokunduğum, içime aldığım, edebiyatını ve müziğini öğrendiğim şehirler…
Bölgesi hatta ülkesi, nüfusu, kültürü, folklörü, inançları, dilleri birbirinden farklı olan o şehirler ile tanıştırılma anlarında, oraları iyi bilen dostlarımdan ya da orada yeni tanıştığım kılavuzlarımdan istisnasız hep şunları işittim:
‘Bu şehir farklıdır; başka yere benzemez!
Acımasızdır, burada tutunmak çok güçtür…
Gücünü, iktidarını -ve elbette paranı- yitirdiğin anda bu şehirde ezilirsin, değersizleşirsin, yok olur gidersin!’
Nüfusu 40 bin olan ufak bir şehirde de duydum bunları, 12 milyonluk metropolde de…
Üniversitesi olan bir şehirde de duydum, lisesi olmayan kasabada da…
Doğuda da batıda da duydum…
Dedim ya, bunları söyleyenler o şehirleri çok iyi tanıyan insanlardı; sözlerine elbette itibar etmem gerekirdi.
Nitekim dikkate aldım da bu uyarıları; ama bir yere kadar. Kısa ya da uzun süre yaşamına ortak olduğum şehirlere asla başkalarının gözünden bakmadım ve önyargıyla yaklaşmadım.
Nihayet şunu keşfettim ki bana söylenenler doğruymuş!
Şehirler son derece acımasız, kıyıma açık, sâkinlerinin gözüne her geçen gün daha tekinsiz gözüken yerler; ama bu belli bir bölgenin, bir kültürün, bir inancın, iklimin ya da coğrafi temelli başka bir durumun sonucu değil ve sadece bir şehrin niteliği de değil.
İki üç istisnayı çıkarın; aslında bütün şehirler aynı:
İstanbul, Bursa’yla aynı…
Trabzon’un Erzurum’dan pek farkı yok…
Tokat’la Ağrı’yı ayıran şey, kıldan ince…
Antalya Diyarbakır’dan farksız ve Mersin’de insanların derdi neyse Konya’da da sorun %99 aynı…
Şehrin rakımı, planı ve peysaj değil elbette kast ettiğim; acımasızlaşan rekabetten, yaşam kavgasının doğurduğu türlü hallerden, küreselleşmeni hız kazandırdığı bir bozulma sürecinden ve en açık ifadesiyle ‘yozlaşmadan’ bahsediyorum…
…
Erzurum’da, Trabzon’da, Antalya’da, Bursa’da, Ankara’da, İstanbul’da, Van’da, Ağrı’da yaşayan sevgili dostlarım söylediklerimden alınıp itiraz edeceklerdir; dahası, beni yediğim ekmeğe-içtiğim suya ihanet etmekle bile suçlayan çıkacaktır belki; ama kendi şehirlerinde yaşadıkları istisnaî güzel anları veya çocukluk anılarını değil, onları bugünlerde küstüren, öfkelendiren anları, tiksintiyle baktıkları komşularını, haksızlığa uğradıkları olayları, bütün bu -ne yazık ki- olağanlaşmış durumları ve kazığını yedikleri, hakaretlerine maruz kaldıkları, tarfikte tacizine uğradıkları, her gün kim bilir kaç kez küfürlerini işttikleri ve kavgalarına tanık oldukları dejenere olmuş hemşehrilerini akıllarına getirsinler.
Şehrin %100’ünü değil elbette; çoğunluğu ve çoğu zamanları düşünsünler…
Ve söylediklerime, bize sıradan gerçeği gösteren bu basit merceği kullanarak baksınlar. Kolay değil; elleri varsa da dilleri tasdik etmeyecek; ama eminim ki bunu yapabildikleri zaman bana hak verme olasılıkları artacak.
Gerçek, daha doğrusu ‘baskın’ yüzünü görecekler kendi şehirlerinin ve diğer şehirlerin…
***
Özeleştiri her zaman zordur. Can yakar.
Ama insanları nasıl geliştiriyorsa şehirleri de öyle geliştirir özeleştiri.
Şimdi birlikte düşünelim.
Ben yaşadığım yerleri düşüneyim; siz, nerede yaşıyorsanız o şehri düşünün:
Gümüşhane’den Osmaniye’ye, Muğla’dan Çorum’a, neredeyse bütün şehirlerimizin artık iyiden iyiye acımasızlaştığını, bizi -bugünkü sâkinlerini- pek de memnun etmeyen bir sosyal ve mimari yapıya büründüklerini, böyle bir değişimi anlamak için sosyolog olmaya gerek kalmadığını, bunun artık çıplak gözle görülebilir bir şeye dönüştüğünü düşünebiliriz.
Mesela ‘mutlu yaşam endeksi’ denen şeye bir bakalım…
Türkçesi ‘insanların bu şehirlerde ne denli rahat, kolay, güven ve huzur içerisinde yaşadıklarını ya da aksine ne denli tedirgin, huzursuz, sıkıntılı yaşadıklarını belirleyen sosyometrik kıstas’.
Bu bağlamda yapılan ölçümler; geçmişe oranla iyileşen, güzelleşen ve mesela orta yaş üstündeki görmüş geçirmiş sâkinlerini (yani geçmişle bugünü karşılaştırma şansı olanları) bugün eskisinden daha fazla mutlu eden şehirlerin sayısının bir elin parmaklarını geçmediğini ortaya koyuyor.
Seksen bir ilin olduğu bir ülkede iki üç istisna ve yani anket raportörlerinin altını yeşil kalemle çizdiği Eskişehir, Sinop, Amasya ve bir iki şehir daha neyi değiştirir?
İstanbul ahalisi, Sinop’a imrenip de hâlini gözden geçirir mi mesela?
Çok esaslı birer ilham kaynağı olabilir Sinop, o başka.
Ama ondan ötesi ne yazık ki ‘sadece hülyâ’…
(…)
(Devamı 22 Mayıs Salı günü Pusula’da)