
Belleği güçlü okurlarım anımsayacaklardır, geçtiğimiz eylül ayı başlarında yine bu köşede ‘Şener Mete’den Türkçe üzerine ilginç saptamalar’ başlıklı makalem yayımlanmıştı.
İki bölüm halinde yayımlanan o makalenin çekirdeğinde TRT Başspikeri Sayın Şener Mete vardı. İçinden büyük Türkolog Johan Vandewalle’nin, TÖMER’in kurucusu Sayın Mehmet Hengirmen’in ve gazeteci sevgili Ayten Güven’in de geçtiği o yazı, yayımlandığı günden bugüne benim ‘hakkında en fazla yorum yapılan’ yazım olarak sosyal medya kayıtlarına geçti.
Sevgili okurlarımın bahsettiğim yazıya o denli ilgi gösterilmesinin nedeni Elbette Sayın Mete idi.
Aradan neredeyse üç mevsim geçti.
Sonra Korona günleri, yeni normaller, zorunlu ev hayatı vesaire, vesaire…
İşte bu tuhaf yeni hayat içinde dilimizi kullanışına, üslubuna ve nezaketine çok değer verdiğim Sayın Şener Mete’nin kapısını bir kez daha çaldım.
Sağolsun, kırmadı.
Geçtik bilgisayar başına, uzaktan uzağa söyleştik:
Sayın Mete’ye bu kısa röportajı kabul ederek köşeme konuk olduğu için teşekkür ediyorum ve kendilerini ayakta karşılıyorum.
***
S.İ: Güzel konuşan, güzel yazan, dile ve edebiyata özenle eğilen insanların buluştuğu hemen her ortamda aynı şeyden yakınılıyor, ‘Türkçenin korkunç bir hızla yozlaştığı’ söyleniyor. Bu görüşe katılıyor musunuz ve medyayı bu bağlamda nasıl bir yere oturtuyorsunuz?

Şener Mete: Öncelikle şu anda bizi okuyan herkesi saygıyla selamlıyorum. Hemen konuya girecek olursak, yozlaşma dediniz. Yozlaşmanın bir anlamı bozulmak, diğer anlamı da soysuzlaşmaktır. Soysuzlaşmayı bir hakaret sözü olarak söylemiyorum çünkü soysuzlaşma yani soyundan çıkmış duruma gelmek, aynı zamanda kökünü terk etmek demektir.
Biliyorsunuz kelimelerimiz bir köke dayanır. Kökten türetiriz. Örneğin kök sözünden; köklü, köksüz, köksüzlük, kökçü, köken, kökenbilim, kökü, kökünden gibi sözcükler türetiriz. Dildeki yozlaşmayı, soysuzlaşma haline getirmek isterseniz, yozlaşma yerine dejenerasyon dersiniz. Dejenerasyonu tek başına da kullanamazsınız, bir fiile ihtiyaç duyarsınız. Ama fiillerimiz Türkçedir. O zaman dejenerasyona uğramak diye bir ek ve bir fiil kullanarak, soysuz kelimesinin anlamlarından birini ortadan kaldırarak daha doğrusu o anlamı yabancı bir kelimeye vererek dildeki soysuzlaşmayı başlatırsınız. Böylece yavaş yavaş kökleri ortadan kaldırarak size ait olan sözcükleri türetme gücünden yoksun kalırsınız. Dejenere etmek, dejenere olmak gibi yarısı Türkçe yarısı Fransızca veya İngilizce tamlamalarla konuşmaya başlarsınız. Ama siz dejenerasyon derken neyi kast ediyorsunuz? Kötüleşmek midir, zayıflamak mıdır, etki altında kalmak mıdır, bozulmak mıdır, özünden uzaklaşmak mıdır, dönüşmek midir, değer yargılarını kaybetmek midir, dağılmak mıdır, gerilemek midir, eski dille tefessüh etmek veya infisah etmek midir? Bizim, her biri birbirinden farklı 10 kelimemizi bazen 15 kelimemizi Avrupa’nın bir tek kelimesiyle ifade etmek dili mahvetmek değil midir?
Dilimizin hızla yozlaşmaya gittiği bir gerçek.
Neden?
Her şeyden önce dil ile üretim arasında doğrudan bir bağ bulunur. Son 200 yıldır dünya büyük bir icat ve üretim seferberliği içinde. Adam araba yapmış, arkasındaki eşya konulan depoya bagaj demiş. Siz 100 yıldır o boşluğu bagaj diye öğrenmiş ve öyle söylemişsiniz. Ama yüklük diye bir sözümüz var ve bunu kullanmıyorsunuz, daha doğrusu radyo ve televizyonlarda aracın yüklüğü diye bir tamlamayı hiç duymadınız. Otomobili biz icat etseydik, bütün dünya belki bagaj demeyecek, yüklük diyecekti. Vites, motor, amortisör, akü, şanzıman gibi onlarca yabancı kelime, otomobille birlikte hayatımıza girdi. Arabaya ilgili olarak; kapı kolu, ön cam, arka cam, koltuk gibi birkaç kelime dışında Türkçe söz yok. Arabası olan herkes bu yabancı sözcükleri kullanıyor. Bilgisayarı olan herkes, ekrandan tutun monitör, excell, Word, Outlook, klasör, hoparlör, diyagram, calibri, Times new roman, Windows, internet gibi sözlere hiç yabancılık çekmiyor ve her gün rahatça kullanıyor. Ama bilgisayarı Türkler icat edip dünyaya yaysaydı, onunla birlikte onlarca Türkçe kelimeyi de dünyaya öğretmiş olacaktı.
Aynı durum radyo ve televizyon için de geçerli. Anten, uydu, frekans, kamera, stüdyo, mikrofon, dijital, editör, ekolayzer, film, kaset, CD gibi sözleri hangimiz bilmez? Üstelik radyo televizyonlar aracılığıyla hiç gereği yokken zoraki olarak dilimize sokulan kavramlar var.
Bunlardan biri medya.
Neden medya?
Bence bunun sosyolojik bir sebebi var: Zenginler, kendilerinin çok altında bulunan zümreden pek hoşlanmaz. Onlarla yan yana gelmeyi düşünmez ve asla kendileriyle bir tutmazlar.
Bilirsiniz, basın diye bir kelimemiz var. Bunu, gazeteler için kullanırdık. Bir de yayın sözcüğü var. Bu da radyo ve televizyonlar için kullanılırdı. Eskiden matbuat olan basılı yayın, sonradan basın yayına dönüştü. Şimdi diyelim ki Samsun’un Vezirköprü ilçesinde bir gazete var. İstanbul’da da bir gazete var. Nihayet ikisi de gazeteci ve ikisinin de sahibi, patron diye anılır çalışanları tarafından. Şimdi, bir zamanlar 1 milyon tiraj yaptık diye övünen gazetenin patronu, Vezirköprü’de 2 bin gazeteyi zor satan patronla kendini bir tutar mı? Aynı durum yerel televizyon sahipleriyle ulusal televizyon sahipleri için de geçerli. Gazetesi, dergisi, radyosu, televizyonu olup da basın yayın organı olarak anılan bir grup elbette her hangi bir ildeki radyo ile veya radyo televizyon ile aynı adda anılmak istemeyecektir. İşte medya sözü, böyle bir psikolojiyle girdi dünyamıza. Radyo, TV ve basılı yayını olan gruplara medya, diğerlerine yalnızca radyo veya televizyon deniyor ve medya olarak düşünülmüyor. Böylece aynı meslek dalında bir kast sistemi ortaya çıkmış oluyor. Bu sistem içinde, medyanın kendisi değil patronu en tepede bulunur. Bütün dünyada da durum bu merkezdedir. Artık birçok konuda karar vericiler aynı zamanda patronlar olduğuna göre dilimizin kullanımı konusunda da medya patronlarına görev düşmektedir. Medya patronları, şu şu şu kelimeler kullanılmayacak, şu şu şu kelimeler kullanılacak derse kendi medyasındaki hiç kimse bu sözün karşısında duramaz.
Şu anda medyayı değil de medyada kelime yazanları büyük bir başıboşluk içinde görüyorum. Adeta dilimizi aklına ne gelirse söyleyen bir çocuk gibi kullanıyorlar ve ne düzeltme elemanları yani redaktörleri var ne de sürekli yayını izleyip gerektiğinde uyaracak ve diksiyon dersi verebilecek kadroları mevcut. Ekonomik ve siyasi anlamda da karar vericilere bağlı kalmış duruma giren medyada dilin doğru kullanımını sağlayacak tek merci, medya patronlarıdır. Medya patronlarının mesleki sevginin yanında dil sevgileri de olmalıdır. Dilini kaybetmiş bir toplumun iletişim gücünün giderek zayıflayacağını, bu ülkeye olan borçlarından birinin de dilimizi korumak olduğunu kabul etmeleri gerekir. Kendi kanalında şu reklamın sözlerinden rahatsızlık duymayacak bir patron düşünemiyorum: “Artık her şeyle fotoğrafları likelayabilir, mailleri okuyabilir, hatta komikli videolar izleyebilirsin.”
Medya; Türk kültür varlığını korumak, geliştirmek ve yaygınlaştırmak, kültür değerlerimizin yabancı kültürlerin etkileri karşısında yozlaşmadan çağdaş, evrensel nitelik kazanmalarına yardımcı olmak zorundadır. Dilini kaybeden ülkeler kimliğini de kaybeder. Dilini kaybeden ülkelerin gelişmiş dünyada yeri olduğunu gördünüz mü? Dünyada gelişmiş ve saygın olan ilk 10 devletin yani G-10 veya G-11 diye anılan devletlerin tümü, kendi dillerine sahip çıkan ülkelerden oluşur.
…
(Devamı yarın)
İki bölüm halinde yayımlanan o makalenin çekirdeğinde TRT Başspikeri Sayın Şener Mete vardı. İçinden büyük Türkolog Johan Vandewalle’nin, TÖMER’in kurucusu Sayın Mehmet Hengirmen’in ve gazeteci sevgili Ayten Güven’in de geçtiği o yazı, yayımlandığı günden bugüne benim ‘hakkında en fazla yorum yapılan’ yazım olarak sosyal medya kayıtlarına geçti.
Sevgili okurlarımın bahsettiğim yazıya o denli ilgi gösterilmesinin nedeni Elbette Sayın Mete idi.
Aradan neredeyse üç mevsim geçti.
Sonra Korona günleri, yeni normaller, zorunlu ev hayatı vesaire, vesaire…
İşte bu tuhaf yeni hayat içinde dilimizi kullanışına, üslubuna ve nezaketine çok değer verdiğim Sayın Şener Mete’nin kapısını bir kez daha çaldım.
Sağolsun, kırmadı.
Geçtik bilgisayar başına, uzaktan uzağa söyleştik:
Sayın Mete’ye bu kısa röportajı kabul ederek köşeme konuk olduğu için teşekkür ediyorum ve kendilerini ayakta karşılıyorum.
***
S.İ: Güzel konuşan, güzel yazan, dile ve edebiyata özenle eğilen insanların buluştuğu hemen her ortamda aynı şeyden yakınılıyor, ‘Türkçenin korkunç bir hızla yozlaştığı’ söyleniyor. Bu görüşe katılıyor musunuz ve medyayı bu bağlamda nasıl bir yere oturtuyorsunuz?

Şener Mete: Öncelikle şu anda bizi okuyan herkesi saygıyla selamlıyorum. Hemen konuya girecek olursak, yozlaşma dediniz. Yozlaşmanın bir anlamı bozulmak, diğer anlamı da soysuzlaşmaktır. Soysuzlaşmayı bir hakaret sözü olarak söylemiyorum çünkü soysuzlaşma yani soyundan çıkmış duruma gelmek, aynı zamanda kökünü terk etmek demektir.
Biliyorsunuz kelimelerimiz bir köke dayanır. Kökten türetiriz. Örneğin kök sözünden; köklü, köksüz, köksüzlük, kökçü, köken, kökenbilim, kökü, kökünden gibi sözcükler türetiriz. Dildeki yozlaşmayı, soysuzlaşma haline getirmek isterseniz, yozlaşma yerine dejenerasyon dersiniz. Dejenerasyonu tek başına da kullanamazsınız, bir fiile ihtiyaç duyarsınız. Ama fiillerimiz Türkçedir. O zaman dejenerasyona uğramak diye bir ek ve bir fiil kullanarak, soysuz kelimesinin anlamlarından birini ortadan kaldırarak daha doğrusu o anlamı yabancı bir kelimeye vererek dildeki soysuzlaşmayı başlatırsınız. Böylece yavaş yavaş kökleri ortadan kaldırarak size ait olan sözcükleri türetme gücünden yoksun kalırsınız. Dejenere etmek, dejenere olmak gibi yarısı Türkçe yarısı Fransızca veya İngilizce tamlamalarla konuşmaya başlarsınız. Ama siz dejenerasyon derken neyi kast ediyorsunuz? Kötüleşmek midir, zayıflamak mıdır, etki altında kalmak mıdır, bozulmak mıdır, özünden uzaklaşmak mıdır, dönüşmek midir, değer yargılarını kaybetmek midir, dağılmak mıdır, gerilemek midir, eski dille tefessüh etmek veya infisah etmek midir? Bizim, her biri birbirinden farklı 10 kelimemizi bazen 15 kelimemizi Avrupa’nın bir tek kelimesiyle ifade etmek dili mahvetmek değil midir?
Dilimizin hızla yozlaşmaya gittiği bir gerçek.
Neden?
Her şeyden önce dil ile üretim arasında doğrudan bir bağ bulunur. Son 200 yıldır dünya büyük bir icat ve üretim seferberliği içinde. Adam araba yapmış, arkasındaki eşya konulan depoya bagaj demiş. Siz 100 yıldır o boşluğu bagaj diye öğrenmiş ve öyle söylemişsiniz. Ama yüklük diye bir sözümüz var ve bunu kullanmıyorsunuz, daha doğrusu radyo ve televizyonlarda aracın yüklüğü diye bir tamlamayı hiç duymadınız. Otomobili biz icat etseydik, bütün dünya belki bagaj demeyecek, yüklük diyecekti. Vites, motor, amortisör, akü, şanzıman gibi onlarca yabancı kelime, otomobille birlikte hayatımıza girdi. Arabaya ilgili olarak; kapı kolu, ön cam, arka cam, koltuk gibi birkaç kelime dışında Türkçe söz yok. Arabası olan herkes bu yabancı sözcükleri kullanıyor. Bilgisayarı olan herkes, ekrandan tutun monitör, excell, Word, Outlook, klasör, hoparlör, diyagram, calibri, Times new roman, Windows, internet gibi sözlere hiç yabancılık çekmiyor ve her gün rahatça kullanıyor. Ama bilgisayarı Türkler icat edip dünyaya yaysaydı, onunla birlikte onlarca Türkçe kelimeyi de dünyaya öğretmiş olacaktı.
Aynı durum radyo ve televizyon için de geçerli. Anten, uydu, frekans, kamera, stüdyo, mikrofon, dijital, editör, ekolayzer, film, kaset, CD gibi sözleri hangimiz bilmez? Üstelik radyo televizyonlar aracılığıyla hiç gereği yokken zoraki olarak dilimize sokulan kavramlar var.
Bunlardan biri medya.
Neden medya?
Bence bunun sosyolojik bir sebebi var: Zenginler, kendilerinin çok altında bulunan zümreden pek hoşlanmaz. Onlarla yan yana gelmeyi düşünmez ve asla kendileriyle bir tutmazlar.
Bilirsiniz, basın diye bir kelimemiz var. Bunu, gazeteler için kullanırdık. Bir de yayın sözcüğü var. Bu da radyo ve televizyonlar için kullanılırdı. Eskiden matbuat olan basılı yayın, sonradan basın yayına dönüştü. Şimdi diyelim ki Samsun’un Vezirköprü ilçesinde bir gazete var. İstanbul’da da bir gazete var. Nihayet ikisi de gazeteci ve ikisinin de sahibi, patron diye anılır çalışanları tarafından. Şimdi, bir zamanlar 1 milyon tiraj yaptık diye övünen gazetenin patronu, Vezirköprü’de 2 bin gazeteyi zor satan patronla kendini bir tutar mı? Aynı durum yerel televizyon sahipleriyle ulusal televizyon sahipleri için de geçerli. Gazetesi, dergisi, radyosu, televizyonu olup da basın yayın organı olarak anılan bir grup elbette her hangi bir ildeki radyo ile veya radyo televizyon ile aynı adda anılmak istemeyecektir. İşte medya sözü, böyle bir psikolojiyle girdi dünyamıza. Radyo, TV ve basılı yayını olan gruplara medya, diğerlerine yalnızca radyo veya televizyon deniyor ve medya olarak düşünülmüyor. Böylece aynı meslek dalında bir kast sistemi ortaya çıkmış oluyor. Bu sistem içinde, medyanın kendisi değil patronu en tepede bulunur. Bütün dünyada da durum bu merkezdedir. Artık birçok konuda karar vericiler aynı zamanda patronlar olduğuna göre dilimizin kullanımı konusunda da medya patronlarına görev düşmektedir. Medya patronları, şu şu şu kelimeler kullanılmayacak, şu şu şu kelimeler kullanılacak derse kendi medyasındaki hiç kimse bu sözün karşısında duramaz.
Şu anda medyayı değil de medyada kelime yazanları büyük bir başıboşluk içinde görüyorum. Adeta dilimizi aklına ne gelirse söyleyen bir çocuk gibi kullanıyorlar ve ne düzeltme elemanları yani redaktörleri var ne de sürekli yayını izleyip gerektiğinde uyaracak ve diksiyon dersi verebilecek kadroları mevcut. Ekonomik ve siyasi anlamda da karar vericilere bağlı kalmış duruma giren medyada dilin doğru kullanımını sağlayacak tek merci, medya patronlarıdır. Medya patronlarının mesleki sevginin yanında dil sevgileri de olmalıdır. Dilini kaybetmiş bir toplumun iletişim gücünün giderek zayıflayacağını, bu ülkeye olan borçlarından birinin de dilimizi korumak olduğunu kabul etmeleri gerekir. Kendi kanalında şu reklamın sözlerinden rahatsızlık duymayacak bir patron düşünemiyorum: “Artık her şeyle fotoğrafları likelayabilir, mailleri okuyabilir, hatta komikli videolar izleyebilirsin.”
Medya; Türk kültür varlığını korumak, geliştirmek ve yaygınlaştırmak, kültür değerlerimizin yabancı kültürlerin etkileri karşısında yozlaşmadan çağdaş, evrensel nitelik kazanmalarına yardımcı olmak zorundadır. Dilini kaybeden ülkeler kimliğini de kaybeder. Dilini kaybeden ülkelerin gelişmiş dünyada yeri olduğunu gördünüz mü? Dünyada gelişmiş ve saygın olan ilk 10 devletin yani G-10 veya G-11 diye anılan devletlerin tümü, kendi dillerine sahip çıkan ülkelerden oluşur.
…
(Devamı yarın)