
İletişim Fakültesi Radyo Televizyon Sinema Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. İrfan Hıdıroğlu, Türkiye’de 1990 sonrasında yabancı şirketlerin, dağıtım alanına girmesiyle, filmlerin paketler halinde seyirciye sunulduğunu ve seyircilerin popüler kültüre dayalı filmlere yönlendirildiğini söyledi.
Hıdıroğlu, “Özetle Hollywood şirketleri dağıtım alanına girince tekeller oluşturdular. Bırakın sanat filmlerini, Türk filmlerinin dağıtılması bile o dönemde sıkıntılıydı. Bununla birlikte her şeyimiz popüler kültüre endeksli olduğu için bakış ve beğeni bu anlamda değişti” dedi.
Hıdıroğlu, Hz. Muhammet Allah’ın Elçisi filmi hakkında yapılan tartışmalara öznel yorumlarda bulunarak, ihtiyaçtan doğmuş bir temsil olmadığı sürece peygamberin temsilinin yapılmaması gerektiğine vurgu yaptı.
Mutluhan ÇAMUR/ RÖPORTAJ
Türkiye’de son dönmelerde sanatsal filmlerin gösterimi birkaç ilde ve sınırlı sayıda sinema salonunda gösterime girmekte ve bu tarz filmler çoğu izleyici tarafından sıkıcı ve zaman kaybı olarak görülüyor. İzleyiciler sanatsal filmler yerine daha çok aksiyon ve popüler filmleri tercih ediyor. Türkiye’de 90 sonrası yabancı firmaların dağıtım alanına girmesiyle birlikte kapitalist sistemin doğasına aykırı filmler çok popüler değilse sınırlı sayıda salonda gösterime girmekte. Dağıtım firmaları izleyicilerin hangi filmleri tercih edeceğini belirleyip onları popüler yaşama entegre ediyor. Büyük Usta ve Kar Serçesi filmlerinin yönetmeni İletişim Fakültesi Radyo Televizyon Sinema Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. İrfan Hıdıroğlu ile kapitalist sistemin sinemaya etkisini ve Türk sinemasının dönüşümünü konuştuk.

İzleyicilerin büyük çoğunluğu sanatsal film yerine komedi, aksiyon ve romantik filmler tercih ediyor olmasını nasıl değerlendirirsiniz?
Olaya izleyicinin tercihlerinden daha kapsamlı bakmak lazım. Biz 90 sonrası yabancı sermaye politikalarıyla, yabancı firmaların dağıtım alanına girmesinin önünü açtık. Bu politikayla birlikte Hollywood şirketleri Türkiye’de doğrudan bürolarını açmaya başladı. Warner Bros bunun en önemli temsilcisi. Özetle Hollywood şirketleri dağıtım alanına girince tekeller oluşturdular. Bırakın sanat filmlerini Türk filmlerinin dağıtılması bile sıkıntılıydı. 2005 yapımı Takva filminin Türkiye’de gösterilip, gösterilmeyeceği bile muğlaktı. Takva filmi ödüllerle birlikte piyasayı zorladı. Yabancı filmler paket anlaşmalarla kapitalist sisteme dizayn edilerek seyirciye sunuyor. Bu sistem seyirciyi de eğitti. Video döneminde biz videokaset kiralarken, o zaman ithalatçı firmalardan getirilen filmler olduğu için çok çeşitlilik arz edebiliyordu; her türlü film vardı. Ancak şimdi dağıtımcı firmalar sanat filmlerini eğer çok ses getirmişse kesinlikle sinemada göstermiyorlar. Diğer bir husus; bu firmalar Türk filmini 3-5 seansta gösterirken ama kendi filmini 50 kere gösterimi sunuyor. Buna rağmen Türk film seyircisi yerli yapım filmleri tercih etti ve 2008’den sonra iç piyasada gişe anlamında yabancı filmleri geride bıraktık.
Bu dağıtım alanı seyirciyi nasıl etkiledi?
Dağıtım alanı seyirciyi şekillendirmeye başladı. Artık seyirciler popüler ve aksiyona dayalı filme yönlendirdi. Sanat filmlerinin kesme ve kurgu sayısı azdır. Popüler filmlerinin ise çok fazladır. Bu bakışın ve beğeninin terbiye edilmesidir. Yani seyirci tercih ettiğinden değil, önüne hep aynı pilav geldiğinden hep o pilavı yiyor. Bununla birlikte her şeyimiz popüler kültüre endeksli olduğu için bakış, beğeni bu anlamda değişti. Bu bakış izleyiciyi de etkiledi; sadece Türkiye’de değil, dünyada da durum böyle.

İnsanların sosyo-ekonomik hayatı ve eğitim düzeyi hangi tür film izleyeceği noktasında belirleyici oluyor mu?
Kesinlikle. Ama şöyle bir gerçekte var; popüler kültür yediden yetmişe herkesi kuşatıyor. Zaten popüler kültür; üst kültüre ulaşamayan burjuva bin yıllık geçmişini parayla tamamlayamadığı için üst kültürü alta çekti. Bu alanı alta çekerken de insanların ortalamasını ele aldı. Yani bir insanın ortalama ömrü 80 ise bunu 40’ a indirmeyi amaçladı ancak beğeniyi 13-18 yaş arası(teenager) alanına indirdi. Yani beğeniyi gençliğe göre yaptı. Bakın mesela müziklerimizde öyle. “Aşk her şeyi affeder mi” şarkının sözlerinde ne anlam var, ne de duygu. Bu söz şarkının içinden az 30 kez geçiyor. Yani yinelemeye dayalı sanatla ilişkimizi aşağıya çeken bir anlayış var. Filmleri de bu anlamda kurguluyorlar. Biz öğrencilerimizi de Lars von Trier filmlerini izletemiyoruz, sıkıcı geldiğin söylüyorlar. ama biz doğuştan böyle doğmadık. Hele ki Doğu toplumlarında ürettikten sonra arkamıza yaslanır ne ürettiğimize bakarız. Yani Amerika’daki gibi hız tutkunu değildik. Ama ne yazık ki bizi de kendi yönlerine çevirdiler.
Son dönemlerde izleyiciler kendi değer yargılarının aksine olan filmlere yönelik linç kampanyaları düzenliyor, bu durumu nasıl değerlendirirsiniz?
Bu her dönemde oldu. Gece Yarısı Ekspresi, Ararat filmlerinde oldu yani çok örnekleri var. Bu çok “Banal” bir tavır. Eğer siz karşıtınız olan bir görüşün sinemada temsilinden rahatsız olmak yerine, sizinde bunlara karşı filmler yapmanız gerekir. Bunlar eskiden beri var. Ben özellikle 80’lerden itibaren meclisteki bütün konuşmalara baktım. O konuşmalarda da çok rastladım; “Şu film yasaklansın” gibisinden tartışmalar olmuş. Yasaklamayla olmaz. Yasaklamayla olsaydı bir zamanla Sovyet Rusya ve İran çanağı yasaklamıştı. Ondan sonra da McDonald’s’ın önünde kuyruk oldu. Aslında biziz popüler anlamda bu yönteme kanalize eden düşünceler var. Eğer bu konuyu “Hz. Muhammed Allah’ın Elçisi” filmi üzerinden konuşacak olursak bu anlamda öznel düşüncelerim var. İran sineması sanatsal anlamda ilk jurnallilikle ortaya çıkmıştır. Ben onun için İran sinemasına olumlu bakamıyorum. Batı’nın alkışladığı İran filmleri ödül almıştır. Biz de Orhan Pamuk’a verdikleri ödül gibi. Küçük nüanslarla büyük farklılıklara gideriz. Biz de peygamberin görsel temsili yoktur. Bugün peygamberin elini gösterirsin yarın başka bir yerini. Bu ihtiyaçtan doğmuş bir temsil değil. Eğer ihtiyaçtan doğmuş bir temsil değilse neden gösteriyorsun. Birde bahsettiğimiz dağıtım firmaları neden diğer filmleri getirmiyor da bu filmi getiriyor. Bu husus çok manidar. İnsanların bundan rahatsız olması gayet doğaldır. Bunun dışında kara düzen bir şekilde filmlere yapılan eleştirilere karşıyım.
Peki, bu sistem içerisinde Türk sineması ne durumda?
Türk sineması iyi yolda. 1990’lara kadar sinema devlet ilişkisi vergi ve sansürün dışına çıkmadı. Neoliberal hükümetler sinemayla devlet ilişkisini yeniden kurdu. İki türlü politika kurduk. Birincisi Offshore Medya Projesiyle Amerikalılara yaklaştık. Onlara yaklaşınca sinema salonlarımızı yenilediler. Ama dağıtım alanımıza da tekel kurdular. Bunun olumlu ve olumsuz yanları var. Ancak genel hatlarıyla olumsuz. Diğer taraftan Avrupa sinema politikaları Euromec’e üyeliğimi oldu. Ama bu sefer de Yeşilçam bitti. Yeşilçam sinemacılarını şuan ortalıkta göremiyorsunuz. Bu projeyle birlikte yeni genç yönetmenler ortaya çıktı; Fatih Akın’lar, Nuri Bilge Ceylan’lar vs. Sanatsal filmin çıkış yeri Avrupa’dır. Böyle bir ortaklıkla birlikte biz ışıktan tut ses ve anlatıya kadar senaryoda Yeşilçam’ın anlatımında o tek düze melodramın dışına çıkan filmler ortaya çıktı. Birçok film dünyada ses getirdi. Tabii bunları takip etmek için yabancı basına bakmak lazım. Son derece övgü dolu ifadelerle bizim yönetmenlerimizin tartışıldığını görüyoruz. Ama sinemamız bir endüstri olmamakla birlikte gelişkin sektör değil, ama gelişiyor.
Hıdıroğlu, “Özetle Hollywood şirketleri dağıtım alanına girince tekeller oluşturdular. Bırakın sanat filmlerini, Türk filmlerinin dağıtılması bile o dönemde sıkıntılıydı. Bununla birlikte her şeyimiz popüler kültüre endeksli olduğu için bakış ve beğeni bu anlamda değişti” dedi.
Hıdıroğlu, Hz. Muhammet Allah’ın Elçisi filmi hakkında yapılan tartışmalara öznel yorumlarda bulunarak, ihtiyaçtan doğmuş bir temsil olmadığı sürece peygamberin temsilinin yapılmaması gerektiğine vurgu yaptı.
Mutluhan ÇAMUR/ RÖPORTAJ
Türkiye’de son dönmelerde sanatsal filmlerin gösterimi birkaç ilde ve sınırlı sayıda sinema salonunda gösterime girmekte ve bu tarz filmler çoğu izleyici tarafından sıkıcı ve zaman kaybı olarak görülüyor. İzleyiciler sanatsal filmler yerine daha çok aksiyon ve popüler filmleri tercih ediyor. Türkiye’de 90 sonrası yabancı firmaların dağıtım alanına girmesiyle birlikte kapitalist sistemin doğasına aykırı filmler çok popüler değilse sınırlı sayıda salonda gösterime girmekte. Dağıtım firmaları izleyicilerin hangi filmleri tercih edeceğini belirleyip onları popüler yaşama entegre ediyor. Büyük Usta ve Kar Serçesi filmlerinin yönetmeni İletişim Fakültesi Radyo Televizyon Sinema Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. İrfan Hıdıroğlu ile kapitalist sistemin sinemaya etkisini ve Türk sinemasının dönüşümünü konuştuk.

İzleyicilerin büyük çoğunluğu sanatsal film yerine komedi, aksiyon ve romantik filmler tercih ediyor olmasını nasıl değerlendirirsiniz?
Olaya izleyicinin tercihlerinden daha kapsamlı bakmak lazım. Biz 90 sonrası yabancı sermaye politikalarıyla, yabancı firmaların dağıtım alanına girmesinin önünü açtık. Bu politikayla birlikte Hollywood şirketleri Türkiye’de doğrudan bürolarını açmaya başladı. Warner Bros bunun en önemli temsilcisi. Özetle Hollywood şirketleri dağıtım alanına girince tekeller oluşturdular. Bırakın sanat filmlerini Türk filmlerinin dağıtılması bile sıkıntılıydı. 2005 yapımı Takva filminin Türkiye’de gösterilip, gösterilmeyeceği bile muğlaktı. Takva filmi ödüllerle birlikte piyasayı zorladı. Yabancı filmler paket anlaşmalarla kapitalist sisteme dizayn edilerek seyirciye sunuyor. Bu sistem seyirciyi de eğitti. Video döneminde biz videokaset kiralarken, o zaman ithalatçı firmalardan getirilen filmler olduğu için çok çeşitlilik arz edebiliyordu; her türlü film vardı. Ancak şimdi dağıtımcı firmalar sanat filmlerini eğer çok ses getirmişse kesinlikle sinemada göstermiyorlar. Diğer bir husus; bu firmalar Türk filmini 3-5 seansta gösterirken ama kendi filmini 50 kere gösterimi sunuyor. Buna rağmen Türk film seyircisi yerli yapım filmleri tercih etti ve 2008’den sonra iç piyasada gişe anlamında yabancı filmleri geride bıraktık.
Bu dağıtım alanı seyirciyi nasıl etkiledi?
Dağıtım alanı seyirciyi şekillendirmeye başladı. Artık seyirciler popüler ve aksiyona dayalı filme yönlendirdi. Sanat filmlerinin kesme ve kurgu sayısı azdır. Popüler filmlerinin ise çok fazladır. Bu bakışın ve beğeninin terbiye edilmesidir. Yani seyirci tercih ettiğinden değil, önüne hep aynı pilav geldiğinden hep o pilavı yiyor. Bununla birlikte her şeyimiz popüler kültüre endeksli olduğu için bakış, beğeni bu anlamda değişti. Bu bakış izleyiciyi de etkiledi; sadece Türkiye’de değil, dünyada da durum böyle.

İnsanların sosyo-ekonomik hayatı ve eğitim düzeyi hangi tür film izleyeceği noktasında belirleyici oluyor mu?
Kesinlikle. Ama şöyle bir gerçekte var; popüler kültür yediden yetmişe herkesi kuşatıyor. Zaten popüler kültür; üst kültüre ulaşamayan burjuva bin yıllık geçmişini parayla tamamlayamadığı için üst kültürü alta çekti. Bu alanı alta çekerken de insanların ortalamasını ele aldı. Yani bir insanın ortalama ömrü 80 ise bunu 40’ a indirmeyi amaçladı ancak beğeniyi 13-18 yaş arası(teenager) alanına indirdi. Yani beğeniyi gençliğe göre yaptı. Bakın mesela müziklerimizde öyle. “Aşk her şeyi affeder mi” şarkının sözlerinde ne anlam var, ne de duygu. Bu söz şarkının içinden az 30 kez geçiyor. Yani yinelemeye dayalı sanatla ilişkimizi aşağıya çeken bir anlayış var. Filmleri de bu anlamda kurguluyorlar. Biz öğrencilerimizi de Lars von Trier filmlerini izletemiyoruz, sıkıcı geldiğin söylüyorlar. ama biz doğuştan böyle doğmadık. Hele ki Doğu toplumlarında ürettikten sonra arkamıza yaslanır ne ürettiğimize bakarız. Yani Amerika’daki gibi hız tutkunu değildik. Ama ne yazık ki bizi de kendi yönlerine çevirdiler.
Son dönemlerde izleyiciler kendi değer yargılarının aksine olan filmlere yönelik linç kampanyaları düzenliyor, bu durumu nasıl değerlendirirsiniz?
Bu her dönemde oldu. Gece Yarısı Ekspresi, Ararat filmlerinde oldu yani çok örnekleri var. Bu çok “Banal” bir tavır. Eğer siz karşıtınız olan bir görüşün sinemada temsilinden rahatsız olmak yerine, sizinde bunlara karşı filmler yapmanız gerekir. Bunlar eskiden beri var. Ben özellikle 80’lerden itibaren meclisteki bütün konuşmalara baktım. O konuşmalarda da çok rastladım; “Şu film yasaklansın” gibisinden tartışmalar olmuş. Yasaklamayla olmaz. Yasaklamayla olsaydı bir zamanla Sovyet Rusya ve İran çanağı yasaklamıştı. Ondan sonra da McDonald’s’ın önünde kuyruk oldu. Aslında biziz popüler anlamda bu yönteme kanalize eden düşünceler var. Eğer bu konuyu “Hz. Muhammed Allah’ın Elçisi” filmi üzerinden konuşacak olursak bu anlamda öznel düşüncelerim var. İran sineması sanatsal anlamda ilk jurnallilikle ortaya çıkmıştır. Ben onun için İran sinemasına olumlu bakamıyorum. Batı’nın alkışladığı İran filmleri ödül almıştır. Biz de Orhan Pamuk’a verdikleri ödül gibi. Küçük nüanslarla büyük farklılıklara gideriz. Biz de peygamberin görsel temsili yoktur. Bugün peygamberin elini gösterirsin yarın başka bir yerini. Bu ihtiyaçtan doğmuş bir temsil değil. Eğer ihtiyaçtan doğmuş bir temsil değilse neden gösteriyorsun. Birde bahsettiğimiz dağıtım firmaları neden diğer filmleri getirmiyor da bu filmi getiriyor. Bu husus çok manidar. İnsanların bundan rahatsız olması gayet doğaldır. Bunun dışında kara düzen bir şekilde filmlere yapılan eleştirilere karşıyım.
Peki, bu sistem içerisinde Türk sineması ne durumda?
Türk sineması iyi yolda. 1990’lara kadar sinema devlet ilişkisi vergi ve sansürün dışına çıkmadı. Neoliberal hükümetler sinemayla devlet ilişkisini yeniden kurdu. İki türlü politika kurduk. Birincisi Offshore Medya Projesiyle Amerikalılara yaklaştık. Onlara yaklaşınca sinema salonlarımızı yenilediler. Ama dağıtım alanımıza da tekel kurdular. Bunun olumlu ve olumsuz yanları var. Ancak genel hatlarıyla olumsuz. Diğer taraftan Avrupa sinema politikaları Euromec’e üyeliğimi oldu. Ama bu sefer de Yeşilçam bitti. Yeşilçam sinemacılarını şuan ortalıkta göremiyorsunuz. Bu projeyle birlikte yeni genç yönetmenler ortaya çıktı; Fatih Akın’lar, Nuri Bilge Ceylan’lar vs. Sanatsal filmin çıkış yeri Avrupa’dır. Böyle bir ortaklıkla birlikte biz ışıktan tut ses ve anlatıya kadar senaryoda Yeşilçam’ın anlatımında o tek düze melodramın dışına çıkan filmler ortaya çıktı. Birçok film dünyada ses getirdi. Tabii bunları takip etmek için yabancı basına bakmak lazım. Son derece övgü dolu ifadelerle bizim yönetmenlerimizin tartışıldığını görüyoruz. Ama sinemamız bir endüstri olmamakla birlikte gelişkin sektör değil, ama gelişiyor.