
Osmanlı’nın yıkılma sürecinin yaşandığı dönemlerde Türk askerinin durumunu anlatan birçok yazı kaleme alınmıştır. Bu eserlerde Yeniçerilerin ve daha sonra Türk askerlerinin içler acısı durumu çeşitli şekillerde anlatılmıştır.
İngiliz ajanı Lawrance, Bilgeliğin Yedi Direği adlı eserinde Osmanlı Türklerin güçlerini sadelikte, sabırda ve kendilerine inandıkları şeylerin uğruna çekinmeden feda etmekte kullandıklarını, Osmanlı vatandaşlarının onda yedisinin Türk olmadığını, Türk olmayan diğer halkların günden güne güçlendiklerini, daha parlak düşüncelere ve sürekli değişebilen bir kafa yapısına sahip olmalarının yanında belli bir gelenekten ve sorumluluktan yoksun olan bu gayrimüslimlerin yeni düşünceleri benimsemede güçlük çekmediklerini böylece hakim olan Türk düşüncesine karşı gelmeye başladıklarını, Arnavutluk, Trakya, Yemen, Hicaz, Suriye, Mezopotamya, Ermenistan’daki halkların Türklere karşı ayaklandıklarını, tüm yükün zavallı Anadolu halkının omuzlarına kaldığını, Anadolu köylüsünün İmparatorluğu korumak için daha fazla asker gönderdiğini, bu durumun da Anadolu köylüsünü daha da fakirleştirdiğini dile getirmiştir. Yazısının devamında Lawrance, “Bu zavallı askerler, şan-şöhret ve gösteriş düşkünü Şarklı subayların doğal kurbanıydılar. Körü kürüne ölüme sürükleniyorlar, ya da bu şarklı subaylar tarafından savaş meydanlarında hiç umursamadan yapayalnız bırakılıyorlardı. Gerçekten de biz Türk askerlerinin başlarındaki komutanlarının iğrenç tutkuları nedeniyle bir savaş meydanından başka bir savaş meydanına sürüklendiğini görmüştük… Esir alınan bazı Türk askerlerinin ağızlarından tıbbi muayeneden geçirildiğinde pek çoğunun zührevi hastalıklardan kıvrandıklarını tanık olmuştuk. Frengi ve benzeri hastalıklar Türkiye’de henüz bilinmiyordu, diye yazmaktadır.
Rus yazar Vladimir Petroviç Davidov 1835 yılında İstanbul Seyahati adlı eserinde II. Mahmut’un Yeniçeri Ocağı’nın kaldırıp yerine kurduğu Asakir-i Mansure-i Muhammedî’deki (Hz. Muhammet’in muzaffer askerleri) Türk askerlerinin içler acısı durumu için; muhafızların büyük bir kısmı bana yaşları 16’sının altında çocuklar gibi göründü. Onlar bizim atlarımızın bile üzerine atmayacağımız kalın çuhadan yapılmış elbiseler giymişlerdi. Ayakkabı yerine başmak (pabuç) giymişlerdi. Paltoları kısa idi. Öyle ki, bu kıyafetler çamaşırlarını tam olarak örtmeyecek biçimdeydi, şeklinde tarif etmektedir.
Davidov, Rusların atlarının üstüne sermedikleri; Türklerin askerlerine giydirdiğini söylediği çuha’yı biz o dönemde İngiltere’den ithal etmekteydik. 1750’de İngiliz Joshua Gee; Osmanlı ile ticaret pek faydalı; gönderdiğimiz mallar üretim aşamasını tamamlamış ürünlerdi ve onları kendi gemimizle taşıdık. Verdiklerimize karşılık olarak aldığımız malları yine kendi gemilerimizle taşıyoruz. Onlardan satın aldıklarımız çoğunlukla hammaddeler. Üretimimizi devam ettirmeye, yoksullarımıza iş olanağı yaratmaya, aynı zamanda tekrar ihraç edilmeye pek uygun malzemeler, diye yazmıştı. Davidov’un belirtmiş olduğu durumdan yaklaşık 200 yıl önce İngilizler, bizden ucuz hammadde alıp onu işleyip yine bize pahalı satmaya ve ülkelerinde işsiz insan bırakmamaya çabalıyorlardı. Biz ise askerimizin sırtına giydireceğimiz çuhayı bulmakta zorluk çekiyorduk.
Emekli bir Rus general olan Vsevolojki 1836’da sivil olarak geldiği İstanbul’da Osmanlı askerî reformlarını daha detaylı gözlemleme imkânı bulmuş, o da değişim teşebbüslerini modern askerî yapıya ulaşmak için beyhude çabalar olarak değerlendirmiştir. Vsevolojki Osmanlı askerlerinin büyük bir kısmının 16-17 yaşlarında, derli toplu, disiplinli durmayı bilmeyen çocuklardan oluştuğunu, kimisinin boynunda boyun bağı, kimisinin düğmeleri çözülmüş çıplak göğsünün ortada olduğunu, hatta nöbette iken çıplak ayaklısını gördüğünü ifade etmiştir.
Davidov ve Vsevolojki’nin bu ifadelerinden yaklaşık seksen yıl sonra Sarıkamış’tan on binlerce askerimizin niçin donarak öldüğünün izlerini görmek zor olmasa gerektir.
Eğer olaylardan ibret almaz isek, tarih geleceğin gölgesi olmaya devam edecektir.
İngiliz ajanı Lawrance, Bilgeliğin Yedi Direği adlı eserinde Osmanlı Türklerin güçlerini sadelikte, sabırda ve kendilerine inandıkları şeylerin uğruna çekinmeden feda etmekte kullandıklarını, Osmanlı vatandaşlarının onda yedisinin Türk olmadığını, Türk olmayan diğer halkların günden güne güçlendiklerini, daha parlak düşüncelere ve sürekli değişebilen bir kafa yapısına sahip olmalarının yanında belli bir gelenekten ve sorumluluktan yoksun olan bu gayrimüslimlerin yeni düşünceleri benimsemede güçlük çekmediklerini böylece hakim olan Türk düşüncesine karşı gelmeye başladıklarını, Arnavutluk, Trakya, Yemen, Hicaz, Suriye, Mezopotamya, Ermenistan’daki halkların Türklere karşı ayaklandıklarını, tüm yükün zavallı Anadolu halkının omuzlarına kaldığını, Anadolu köylüsünün İmparatorluğu korumak için daha fazla asker gönderdiğini, bu durumun da Anadolu köylüsünü daha da fakirleştirdiğini dile getirmiştir. Yazısının devamında Lawrance, “Bu zavallı askerler, şan-şöhret ve gösteriş düşkünü Şarklı subayların doğal kurbanıydılar. Körü kürüne ölüme sürükleniyorlar, ya da bu şarklı subaylar tarafından savaş meydanlarında hiç umursamadan yapayalnız bırakılıyorlardı. Gerçekten de biz Türk askerlerinin başlarındaki komutanlarının iğrenç tutkuları nedeniyle bir savaş meydanından başka bir savaş meydanına sürüklendiğini görmüştük… Esir alınan bazı Türk askerlerinin ağızlarından tıbbi muayeneden geçirildiğinde pek çoğunun zührevi hastalıklardan kıvrandıklarını tanık olmuştuk. Frengi ve benzeri hastalıklar Türkiye’de henüz bilinmiyordu, diye yazmaktadır.
Rus yazar Vladimir Petroviç Davidov 1835 yılında İstanbul Seyahati adlı eserinde II. Mahmut’un Yeniçeri Ocağı’nın kaldırıp yerine kurduğu Asakir-i Mansure-i Muhammedî’deki (Hz. Muhammet’in muzaffer askerleri) Türk askerlerinin içler acısı durumu için; muhafızların büyük bir kısmı bana yaşları 16’sının altında çocuklar gibi göründü. Onlar bizim atlarımızın bile üzerine atmayacağımız kalın çuhadan yapılmış elbiseler giymişlerdi. Ayakkabı yerine başmak (pabuç) giymişlerdi. Paltoları kısa idi. Öyle ki, bu kıyafetler çamaşırlarını tam olarak örtmeyecek biçimdeydi, şeklinde tarif etmektedir.
Davidov, Rusların atlarının üstüne sermedikleri; Türklerin askerlerine giydirdiğini söylediği çuha’yı biz o dönemde İngiltere’den ithal etmekteydik. 1750’de İngiliz Joshua Gee; Osmanlı ile ticaret pek faydalı; gönderdiğimiz mallar üretim aşamasını tamamlamış ürünlerdi ve onları kendi gemimizle taşıdık. Verdiklerimize karşılık olarak aldığımız malları yine kendi gemilerimizle taşıyoruz. Onlardan satın aldıklarımız çoğunlukla hammaddeler. Üretimimizi devam ettirmeye, yoksullarımıza iş olanağı yaratmaya, aynı zamanda tekrar ihraç edilmeye pek uygun malzemeler, diye yazmıştı. Davidov’un belirtmiş olduğu durumdan yaklaşık 200 yıl önce İngilizler, bizden ucuz hammadde alıp onu işleyip yine bize pahalı satmaya ve ülkelerinde işsiz insan bırakmamaya çabalıyorlardı. Biz ise askerimizin sırtına giydireceğimiz çuhayı bulmakta zorluk çekiyorduk.
Emekli bir Rus general olan Vsevolojki 1836’da sivil olarak geldiği İstanbul’da Osmanlı askerî reformlarını daha detaylı gözlemleme imkânı bulmuş, o da değişim teşebbüslerini modern askerî yapıya ulaşmak için beyhude çabalar olarak değerlendirmiştir. Vsevolojki Osmanlı askerlerinin büyük bir kısmının 16-17 yaşlarında, derli toplu, disiplinli durmayı bilmeyen çocuklardan oluştuğunu, kimisinin boynunda boyun bağı, kimisinin düğmeleri çözülmüş çıplak göğsünün ortada olduğunu, hatta nöbette iken çıplak ayaklısını gördüğünü ifade etmiştir.
Davidov ve Vsevolojki’nin bu ifadelerinden yaklaşık seksen yıl sonra Sarıkamış’tan on binlerce askerimizin niçin donarak öldüğünün izlerini görmek zor olmasa gerektir.
Eğer olaylardan ibret almaz isek, tarih geleceğin gölgesi olmaya devam edecektir.